Anasayfa > Makale > Cehennem azâbı ebedî midir?
Cehennem azâbı ebedî midir?
Yahûdî milleti, Cehennem’in ebediyyetini inkâr ediyor. Yahûdîlerin bu i‘tikádlarını Cenâb-ı Hak şöyle beyân buyurmaktadır:
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَاالنَّارُ اِلاَّ اَيَّاماً مَعْدُودَةً “Yahûdîler, ‘Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler (40 gün veyâhúd 7 gün) dokunacaktır’ dediler.”[1]
Böyle bir inanca sáhib olan Yahûdî milletinden müteşekkil gizli bir zındıka komitesi, yaklaşık 250 seneden beri, Üstad Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin Arabî “İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrinde geçen “Cehennem’in ebediyyeti ve bu azâba müstehak olan ehl-i Cehennem’in durumu” ile alâkalı ba‘zı cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ederek bu cümlelere, hâşâ, “Cehennem azâbı ebedî değildir” gibi bir ma‘nâ verip bu ma‘nâyı Müslümânlar arasında neşretmektedir. Hâşâ, yüz bin def‘a hâşâ, Üstad Bedîuzzamân Hazretlerinin böyle bir şey söylemesi mümkün değildir. Zîrâ, o zâtın bütün sözleri, “Kitab, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”ya tam muvâfıktır. Öyle ise bu bâtıl inanç, o gizli komitenin Bedîuzzamân Hazretlerine isnâd ettiği bir iftirâdır.
Şimdi, o gizli
zındıka komitesinin te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ettiği Üstad Bedîuzzamân Saíd
Nursî Hazretlerinin “İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrinde geçen
ifâdelerinin şerh ve îzáhına geçiyoruz:
“Suâl: Bir kâfirin
ma‘sıyyet-i küfriyyesi mahdûddur; kısa bir zamânı işgál ediyor. Ebedî ve gayr-i
mütenâhî bir cezâ ile tecziyesi, adâlet-i İlâhiyye, hikmet-i ezeliyye ve
merhamet-i Rabbâniyye ile nasıl mutâbakat eder?
“Cevâb: O kâfirin
cezâsı gayr-ı mütenâhî olduğu teslîm edilmekle berâber, mahdûd bir zamânda
irtikâb edilen o ma‘sıyyet-i küfriyyenin, gayr-ı mütenâhî bir cinâyet olduğu
altı cihetle sâbittir:
“Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir ebedî bir ömür ile yaşayacak
olursa, o gayr-ı mütenâhî ömrünü behemehâl küfür ile geçireceği şübhesizdir.
Çünkü, kâfirin cevher-i rûhu bozulmuştur. Bu i‘tibârla, o bozulmuş olan kalbin
gayr-ı mütenâhî bir cinâyete isti‘dâdı vardır. Binâenaleyh, kâfirin ebedî
cezâsı, bu cihette adâlet-i İlâhiyyeye muhálif değildir.
“İkincisi: O kâfirin ma‘siyyeti mütenâhî bir zamânda ise de, umûm
kâinâtın vahdâniyyete olan gayr-ı mütenâhî şehâdetlerini tekzîb olduğundan,
gayr-ı mütenâhî bir cinâyettir. Binâenaleyh, kâfirin ebedî cezâsı, bu cihette
adâlet-i İlâhiyyeye muhálif değildir.
“Üçüncüsü: Küfür, gayr-i mütenâhî ni‘metlere küfrân olduğundan, gayr-i
mütenâhî bir cinâyettir. Gayr-ı mütenâhî bir cinâyet ise, ebedî bir cezâyı
iktizá eder.
“Dördüncüsü: Küfür, gayr-i mütenâhî olan zât, sıfât ve esmâ-i İlâhiyyeye cinâyettir. Binâenaleyh, kâfirin ebedî cezâsı, bu cihette adâlet-i İlâhiyyeye muhálif değildir.
“Beşincisi: İnsânın vicdânı, záhiren mütenâhî ise
de, bâtınen gayr-ı mütenâhî olduğundan ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu
i‘tibârla, gayr-i mütenâhî hükmünde olan o vicdân, küfür ile mülevves olarak
mahvolur gider. Bunu ise ancak ebedî bir Cehennem temizler.
“Altıncısı: Zıd zıddına muánid ise de, çok husúslarda mümâsil olur.
Binâenaleyh, îmân lezâiz-i ebediyyeyi ismâr ettiği gibi, küfür de âlâm-ı
ebediyyeyi intâc etmesi şe’nindendir. Bunun için, îmânın semeresi olan lezâiz-i
Cennet ebedî olduğu gibi, küfrün semeresi olan âlâm-ı Cehennem dahi ebedîdir.
“Bu altı cihetten çıkan netîce ve gayr-i mütenâhî
bir cinâyete tekábül eden gayr-i mütenâhî bir cezâ, ayn-ı adâlettir.
“S- Kâfirin o cezâsının adâlete uygun olduğunu teslîm ettik. Fakat,
azâbları intâc eden şerlerin vücûdundan hikmet-i ezeliyyenin ganî olduğuna ne
diyorsun?
“C- Kavâid-i esâsiyyedendir ki, ara sıra vukúa gelen şerr-i kalîl
için hayr-ı kesîr terk edilmez. Zîrâ, şerr-i kalîl terk edildiği takdîrde,
şerr-i kesîr olur. Binâenaleyh, hakáik-ı nisbiyyenin sübûtunu izhâr etmek,
hikmet-i ezeliyyenin iktizásındandır. Bu gibi hakáikın tezáhürü, ancak şerrin
vücûduyla olur. Haddi tecâvüz etmemek için, şerden terhîb ve tahvîf lâzımdır.
Terhîbin vicdân üzerine te’sîri, terhîbi tasdîk etmekle olur. Terhîbin tasdîki
ise, háricî bir azâbın vücûduna mütevakkıftır. Zîrâ, vicdân, akıl ve vehim
gibi, háricî ve ebedî hakíkat hükmüne geçmiş bir azâbdan yapılan terhîble
müteessir olur. Öyle ise, dünyâda olduğu gibi âhirette de, ateşin vücûdundan
yapılan terhîb, tahvîf; ayn-ı hikmettir.
“S: O ebedî cezâ hikmet-i ezeliyyeye muvâfıktır, kabûl ettik. Ammâ,
bunun merhamet ve şefkat-i Rabbâniyyeye bakan vechi nedir?
“C: Kâfir hakkında iki ihtimâlden başka bir yol tasavvur edilemez. O kâfir,
“a) Ya ademe gidecektir;
“b) Veyâ dâimî bir azâb içinde mevcûd kalacaktır.
“Vücûd ise, Cehennem'de dahi olsa merhamettir ve
ademe nisbetle daha hayırlıdır. Vicdânen teemmül etiğinde, adem, şerr-i mahz
olduğu; hattâ, bütün musíbet ve ma‘sıyyetlerin de merciı olduğunu anlarsın.
Vücûd ise, velev Cehennem de olsa hayr-ı mahzdır.
“Ve kezâ cinâyetin lekesini izâle veyâ hacâletini
tahfîf veyâhúd icrâ-yı adâlete iştiyâk için cezâyı hüsn-i rızâ ile kabûl etmek,
rûhun fıtrî olan şe’nidir. Evet, dünyâda çok nâmûs sáhibleri, cinâyetlerinin
hicâbından kurtulmak için, kendilerine cezânın tatbîkını, ‘Bu cezâ haktır ve ben bu cezâya müstehakım’ diyerek istemişlerdir.
“Ve kezâ, kâfirin meskeni Cehennem’dir ve orada ebedî kalacaktır. Bununla berâber kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nev‘í ülfet peydâ eder. Bununla berâber ehâdis-i Nebeviyye işâret ettiği gibi; kâfirlerin dünyâda yaptıkları a‘mâl-i hayriyyelerine mükâfâten azâblarının hafifletilmesi de vardır. İşte bu, lâyık olmadıkları hâlde onlara bir merhamettir.”[2]
Evvelâ: Kâfirin işlemiş olduğu iyilikler husúsunda iki görüş vardır:
Birincisi: Cumhûr-i ulemâya göre; kâfir, dünyâda işlemiş olduğu hayırların mükâfâtını sâdece dünyâda görür. Âhirette ise küfründen dolayı hayırlarının mükâfâtını görmez ve azâbı da hafiflemez. Ancak, kâfirler, dünyâda işlemiş oldukları hayırların yerine cürm işleyebilirlerdi. O cürmün yerine hayr işlemeleri sebebiyle cürümleri az olacağından, Cehennem’deki derekeleri de ayrı ayrı olur.
İkincisi: Kâfir, işlemiş olduğu
iyiliklerinin karşılığını ekseriyyetle dünyâda görür. Eğer dünyâda
iyiliklerinin karşılığını tam almamışsa; o zamân âhirette mahkeme-i kübrâda
hayırlı amellerine mükâfât olarak Cehennem’deki azâbı hafifletilir ve
Cehennem’de kalacağı yeri tesbît edilir. Cehennem’e gittiğinde ise kendisi için
tesbît edilen o yerinde ebedî olarak kalır ve azâbı asla hafiflemez. Meselâ;
Edison, beşeriyyetin menfaatine medâr olan elektrik gibi küllî bir hayra sebeb
olmuştur. Eğer îmân etmeden ölmüşse, dünyâda pek çok niam-ı İlâhiyyeye mazhar
olmakla mükâfâtını aldığı gibi; âhirette ise, eğer dünyâda iyiliklerinin
karşılığını tam almamışsa, ebedî Cehennem’de kalması kesin olmakla berâber,
Cehennem’de diğer ehl-i küfre nisbeten azâbı hafif olur.
Müellif (ra) bu konuda şöyle buyuruyor:
“Dünyâda şu mü’min, kısmen kusúrâtından cezâsını gördüğü için, dünyâ onun hakkında bir dâr-ı cezâdır. Dünyâ, onların saádetli âhiretlerine nisbeten bir zindân ve Cehennem’dir. Ve kâfirler mâdem Cehennem’den çıkmayacaklar. Hasenâtlarının mükâfâtlarını kısmen dünyâda gördükleri ve büyük seyyiâtları te’hír edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünyâ, Cennet’leridir.”[3]
O hâlde, bu iki görüş sáhibleri arasındaki ihtilâf lâfızdan ibarettir;
hakíkatte ise ihtilâf yoktur denilebilir.
Sâniyen: Kur’ân’ın ifâdesiyle, Cehennem yedi tabakadır ve her tabaka, ona lâyık
suçlularla doludur.
وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ اَجْمَعينَ لَهَا سَبْعَةُ اَبْوَابٍ لِكُلّ بَابٍ مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌ
“Muhakkak Cehennem, İblis ve ona tâbi‘
olanların va‘d olundukları mahaldir. Cehennem için yedi kapı vardır. Her kapı
için Cehennem ehlinden ayrılmış bir táife vardır.”[4]
Ba‘zı müfessirlere göre, Cehennem’in yedi kapısından maksad, yedi tabakasıdır. Bu tabakalardan;
Birincisi: “Hâviye”, günâhkâr mü’minler için;
İkincisi: “Sakar”, Hıristiyanlar için;
Üçüncüsü: “Saír”, Yahûdîler için;
Dördüncüsü: “Cahîm”, Sábiînler için;
Beşincisi: “Leza”, Mecûsîler için;
Altıncısı: “Hutame”, Putperestler için;
Yedincisi: “Derk-i esfel”, münâfıklar içindir.
Bu tabakalar içinde de binlerce azâb mertebeleri mevcûddur.
Sâlisen: Kâfir, küfrü sebebiyle kendisi için tesbît edilen Cehennem’in tabakasında iki cezâ görür:
Biri: Hukúkulláha tecâvüz etmesi sebebiyle müstehak olduğu cezâdır. Evet, küfür, gayr-i mütenâhî olan Zât, sıfât ve esmâ-i İlâhiyyeyi inkâr ve tezyîf olduğundan, hukúkulláha hadsiz bir tecâvüzdür. Bunun cezâsı ise ebedî Cehennem’dir. Zîrâ, Elláh ebedî olduğu gibi, her bir isim ve sıfatı dahi ebedîdir. Dolayısıyla, Zât-ı İlâhî’yi veyâ esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeden birisini inkâr etmek, ebedî bir azâbı netîce verir.
Meselâ; Elláh’ın kelâm-ı ezelî ve ebedîsi olan Kur’ân’ın bir tek âyetini inkâr eden veyâ bir tek hükm-i Kur’âniyyeyi reddeden kimse, o gayr-ı mütenâhî olan kelâm sıfatını inkâr ettiğinden, gayr-ı mütenâhî bir cinâyet işlemiş olur. Gayr-ı mütenâhî bir cinâyet ise, gayr-ı mütenâhî bir azâbı iktizá eder. Bu ise, ebedî Cehennem’dir ve kâfirin Cehennem’de çekeceği azâbında hafifleme olmaz; belki azâbı devâmlı ziyâde edilir.
Demek, metinde geçen “kâfirin kesb-i istihkák ettiği cezâ”dan murâd, kâfirin hukúkulláha tecâvüzünden dolayı ebedî Cehennem’de kalmasıdır.
Diğeri: Kâfirin, hukúku’l-ibâda tecâvüz etmesi sebebiyle Cehennem’de çekeceği amelinin cezâsıdır. Evet, küfür, bütün mevcûdâtı tahkír ve zerreden Arş’a kadar umûm mevcûdâtın vücûb-i vücûd ve vahdâniyyet-i İlâhiyyeye şehâdetlerini red ve tekzîb olduğundan, hukúku’l-ibâda tecâvüzdür. Kâfir, mevcûdâtın hukúkuna tecâvüz ettiğinden dolayı, müstehak olduğu cezâsını çektikten sonra vücûdu ateşe karşı bir nevi ülfet peydâ eder, alışır. Cenâb-ı Hak, hukúk-ı ibâda taalluk eden cezâ bitmedikçe, ehl-i Cehennem’e ülfeti nasíb etmez.
İşte metinde geçen “kâfirin amelinin cezâsı”ndan murâd, hukúku’l-ibâda tecâvüzünden dolayı çektiği azâbtır. Her bir zerrenin tahkíri bir katl, her bir zerrenin vücûb-i vücûd ve vahdâniyyet-i İlâhiyyeye şehâdetinin tekzîbi ise başka bir katl hükmünde olduğu hakíkati düşünülse; kâfirin amelinin cezâsının ne kadar azím ve dâimî olduğu anlaşılır. Müellif (ra), bu mevzú‘da şöyle buyurmaktadır:
“Evet, küfür, mevcûdâtın kıymetini iskát
ve ma‘nâsızlıkla ittihâm ettiğinden bütün kâinâta karşı bir tahkír; ve mevcûdât
âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan bütün Esmâ-yı İlâhiyyeye karşı bir
tezyîf; ve mevcûdâtın vahdâniyyete olan şehâdetlerini reddettiğinden bütün
mahlûkáta karşı bir tekzîb olduğundan isti‘dâd-ı insânîyi öyle ifsâd eder ki:
Salâh ve hayrı kabûle liyâkatı kalmaz. Hem, bir zulm-i azímdir ki: Umûm
mahlûkátın ve bütün esmâ-i İlâhîyyenin hukúkuna bir tecâvüzdür. İşte şu hukúkun
muhâfazası; ve nefs-i kâfir hayra kábiliyyetsizliği; küfrün adem-i afvını
iktizá eder.
اِنَّ الشّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ şu ma‘nâyı ifâde eder.”[5]
“SUÂL: Kısa bir
zamândaki küfre mukábil, hadsiz bir zamân Cehennem’de hapis nasıl adâlet olur?
“ELCEVÂB: Sene, üç
yüz altmış beş gün hesâbıyla, bir dakíkada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen
dört bin dakíka hapis iktizásı kánûn-i adâlet iken; bir dakíka küfür, bin katl
hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam,
kánûn-i adâletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene
beşerin kánûn-i adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette,
خَالِدينَ فيهَا اَبَدًاadâlet-i İlâhî ile vech-i muvâfakatı bundan anlaşılıyor.
“Biribirinden
gáyet uzak iki adedin sırr-ı münâsebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrîb ve
tecâvüz olduğu için, gayre te’sîrât yapar. Bir dakíkada katl, lâ ekall záhirî
âdete göre on beş sene maktûlün hayâtını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir
dakíka küfür, bin bir esmâ-i İlâhî’yi inkâr ve nukúşlarını tezyîf ve kâinâtın
hukúkuna tecâvüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyyeti tekzîb ve
şehâdetlerini reddetmek olduğundan; kâfiri, binler seneden ziyâde esfel-i
sâfilîne atar, خَالِدينَ de hapseder.”[6]
Râbian: Kâfirin Cehennem’de çekeceği azâb ile alâkalı iki mes’ele-i mühimme
vardır:
Birinci Mes’ele: Azâb çeken kâfirin cesedinin durumudur. Kâfir, yukarıda îzáh edilen amelinin cezâsını çektikten sonra, Cehennem ateşine karşı bir nev‘í ülfet peydâ eder. Bu ülfet, hâşâ azâbın hafifleyeceği ma‘nâsına gelmez. Belki, Cehennem’e girdiği ilk ândan i‘tibâren kâfirin azâbı devâmlı artarak gider.
Evet, Cehennem’de azâb-ı İlâhî devâmlı olarak arttığı gibi; buna bağlı olarak vücûdun o azâbdan aldığı elem de devâmlı artar. Demek, hem azâb, hem de o azâbdan hâsıl olan elem dâimî olarak artar. Azâbda ve elemde azalma ve hafifleme olmaz. Ancak, vücûd, bu azâba karşı tahammüle alışır ve ülfet peydâ eder ve bu ona bir nev‘í rahmettir.
Müellif (ra)’ın, “Kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nevi ülfet peydâ eder” cümlesinde geçen ülfet ta‘bîri, azâbın hafiflemesi ve elemin azalması demek değildir. Belki, zamânla o azâba alışmaktır. Cenâb-ı Hak, hukúk-ı ibâda taalluk eden cezâ bitmedikçe ehl-i Cehennem’e ülfeti nasíb etmez; onlar Cehennem’de devâmlı feryâd edip dururlar. Ehl-i Cehennem’in azâb-ı İlâhiyye karşı ülfet peydâ etmesini akla takrîb etmek için bir kaç misâl zikredeceğiz:
Birinci misâl: Nasıl ki, hasta bir adam, hastalığının ilk günlerinde vücûdu alışmadığından çok elem çeker; hastalığı devâm ettikçe zamânla vücûd o hastalığa alışır ve hasta olan adam da bu hastalığı kabûllenir. Hastalık ve elem hafiflemediği hâlde zamânla vücûd o hastalığa alışır.
İkinci Misâl: Kış mevsimi geldiği zamân, insânlar birden soğuğa yakalandığı için, sıkıntı çekerler. Kışın soğuğu ve çekilen sıkıntı hafiflemediği hâlde zamânla o soğuğa alışırlar.
Üçüncü Misâl: Hapse giren bir adam, ilk zamânlar çok rahatsız olur. Hapis cezâsı düşmediği ve çektiği sıkıntı azalmadığı hâlde zamânla hâline râzı olur ve bu cezâ ve sıkıntıya alışır.
Dördüncü Misâl: İlk olarak elli kiloyu kaldırmak bir adama zor gelebilir. Zamânla egzersiz yaparak bu yükü, belki daha fazlasını kaldırmaya alışır.
Beşinci Misâl: Yeni ilme başlayan
bir talebe, ilk zamânlarda ilim tahsílinde zorlanır. Ama, bu zorluklara zamânla
alışır.
İşte bu beş misâle kıyâsen, ehl-i Cehennem’in azâbı ve o azâbdan hâsıl olan elemi arttığı hâlde zamânla vücûd o azâba ve o eleme alışır. Ya‘nî, hâline rızá gösterir ve cezâsını kabûllenir. Gelecek âyet-i kerîmeler, bu hakíkati ifâde etmektedir:
اِنَّ الْمُجْرِمينَ فى عَذَابِ جَهَنَّمَ
خَالِدُونَ لاَ يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فيهِ مُبْلِسُونَ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ
وَلكِنْ كَانُوا هُمُ الظَّالِمينَ وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا
رَبُّكَ قَالَ اِنَّكُمْ مَاكِثُونَ
“Küfrü irtikâb eden
kâfirler, azâb-ı Cehennem’de ebedî kalıcılardır. Cehennem’de kaldıkları müddet,
asla azâbları tahfîf olunmaz. Onlar, azâbdan kurtulmaktan ümîdlerini keserler.
Binâenaleyh, dâimâ muazzeb olurlar. Biz onlara zulmetmedik; velâkin onlar
kendileri zálim oldular. (Cehennem azâbını ebedî kılmakla ve azâbı
hafifletmemekle Biz, onlara zulmetmedik; velâkin onlar, küfür gibi azím bir
cinâyeti irtikâb etmekle ve hukúk-ı ibâda tecâvüz etmekle kendi nefislerine
zulmettiler. Çünkü, cezânın büyüklüğü, cinâyetin büyüklüğü nisbetindedir.) Ehl-i
Cehennem, üzerlerine vâkı‘ olan azâba tahammülleri kalmayınca, Cehennem’in
bekçisi olan Mâlik’i çağırırlar ve derler ki: ‘Ey Mâlik! Rabbin Teálâ bizi öldürsün ki, azâb-ı
Cehennem’den halâs olalım. Zîrâ, tahammülümüz kalmadı.’ (Rivâyette vardır ki, bin sene Mâlik’i böyle
çağırırlar. Bin sene sonra Mâlik onlara şöyle cevâb verir: ) ‘Siz Cehennem’de kalacaksınız.’ ”[7]
Bu âyetlerde kâfirlerin azâblarının üç cihetle şiddeti
beyân olunmuştur:
Birincisi: Azâbın ebedî olmasıdır.
İkincisi: Azâbın tahfîf olunmamasıdır.
Üçüncüsü: Azâbdan kurtulmaktan ümîdlerini kesmeleridir.Bunun her üçü de azâb üzerine azâbtır.[8]
İşte Müellif (ra)’ın, “Kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i
istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten
sonra ateşe karşı bir nev‘í ülfet peydâ
eder” cümlesinden murâd, mezkûr ma‘nâlardır.
İkinci Mes’ele: Azâbın şeklidir.
Kâfirin küfrünün cezâsı, ebedî Cehennem’dir. Bu azâbda hafifleme olmaz; belki
her ân azâb ziyâdeleşir. Hem kâfirin Cehennem’de değişik azâb şekilleriyle
muazzeb olması da azâbın ziyâde olmasının bir başka ma‘nâsıdır. Kur’ân-ı
Azímü’ş-şân bu hakíkati, bir çok âyâtıyla beyân etmiştir. Nümûne olarak bir
kaçını naklediyoruz:
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُولئِكَ عَلَيْهِمْ
لَعْنَةُ اللهِ وَالْمَلئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعينَ خَالِدينَ فيهَا لاَيُخَفَّفُ
عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَهُمْ يُنْظَرُونَ
“Şu kimseler ki,
kâfir oldular ve kâfir oldukları hâlde öldüler. İşte Elláh’ın ve meleklerin ve
tüm insânların la‘neti onlar üzerine nâzil olacak ve ebedî la‘nete
mazhariyyetle Cehennem’de kalıcı oldukları hâlde onlardan azâb bir lâhza bile
tahfîf olunmaz ve onlara bir dakíka bile mühlet verilmez.”[9]
وَاِذَا رَاَ الَّذينَ ظَلَمُوا الْعَذَابَ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلاَ
هُمْ يُنْظَرُونَ
“Zálimler, azâbı
gördüklerinde onlardan azâb tahfîf olunmaz ve onlara mühlet verilmez.”[10]
اَلَّذينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبيلِ اللهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا
فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ
“Şu kimseler ki,
kâfir oldular ve yalnız küfürle iktifâ etmediler; belki küfürleriyle berâber
tarîk-ı İlâhî olan dîn-i İslâma dâhıl olmak isteyenleri men‘ ettiler.
Onların ifsâdları sebebiyle biz
azâblarının üzerine azâb ziyâde ettik.”[11]
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا بِايَاتِنَا سَوْفَ نُصْليهِمْ نَارًا كُلَّمَا
نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ
اِنَّ الله كَانَ عَزيزًا حَكيمًا
“Şu kimseler ki,
onlar Bizim vahdâniyyetimize ve nebîmizin nübüvvetine delâlet eden âyetleri
inkâr ettiler. Onları yakında Biz, nâr-ı Cehennem’e idhál ederiz. Her ne zamân derileri pişer, yanar ve
müzmahil olursa; Biz onların derilerini evvelki derilerinin gayrı yeni bir
deriye tebdîl ederiz ki, onlar azâbı dâimî súrette tatsınlar. Zîrâ, Elláhu Teálâ cümle áleme gálib ve
ef‘áli, hikmete muvâfıktır.”[12]
مَاْويهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعيرًا
“O kâfirlerin
mahalleri Cehennem’dir. Her
ne zamân onların etlerini ve derilerini yakmakla Cehennem’in alevi azalırsa,
Biz onların derilerini ve etlerini iáde etmekle onlara Cehennem’in alevini
ziyâde ederiz.”[13]
وَالَّذينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ لاَيُقْضى عَلَيْهِمْ
فَيَمُوتُوا وَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمْ مِنْ عَذَابِهَا كَذلِكَ نَجْزى كُلَّ
كَفُورٍ
“Şu kimseler ki, kâfir oldular. Onlar için Cehennem azâbı vardır. Ehl-i Cehennem üzerine ölümle hükmolunmaz ki,
ölseler de azâbdan kurtulsalar. Ve onlardan Cehennem azâbı
tahfîf olunmaz ki, bir nefes alsalar da azıcık bir zamân istifâde etseler. İşte her münkir-i niam-ı İlâhiyye olan kâfire
Biz böylece cezâ veririz.”[14]
فَذُوقُوا فَلَنْ نَزيدَكُمْ اِلاَّ عَذَابًا
“Kâfirlere şöyle denir: Cehennem azâbını
tadın. Bundan sonra ancak azâbınızı arttıracağız.”[15]
Hulâsa: Kâfir, amelinin
cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nev‘í ülfet peydâ eder. Bununla
berâber, çekeceği azâbda ve o azâbdan hâsıl olan elemde hîç bir hafifleme
olmaz. Belki, dâimî olarak hem azâb, hem de elem artar. Zîrâ, mezkûr âyetlerin
ifâdesiyle, onlar hakkında vaíd-i İlâhî böyle hükmolunmuştur.
Cehennem’de
kâfirlerin azâbının hafiflemeyeceğini îzáh eden bunlar gibi yüzer âyât-ı
Kur’âniyye mevcûd iken, bu hakíkatı inkâr etmek, yüzer âyât-ı Kur’âniyyeyi
inkâr etmek hükmündedir. Dellâl-ı Kur’ân olan Üstad Bedîuzzamân Hazretleri de
Kur’ân’ın bu hükmünü beyân etmiştir. O hâlde, Üstad Bedîuzzamân Hazretlerinin
bu ifâdeleri, âyât-ı Kur’âniyyeye tam muvâfıktır; muhálif değildir.
Dolayısıyla, bu zâtın Kur’ân’ın bu hükmüne muhálif söz söylemesi tasavvur
edilemez. Ancak, o gizli zındıka komitesi, Üstad Bedîuzzamân Hazretlerinin bu
cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip bâtıl bir ma‘nâ vererek
Bedîuzzamân Hazretlerine iftirâda bulunmuştur. O gizli zındıka komitesinin bu
iftirâsına karşı bütün Müslümânların Üstad Bedîuzzamân Hazretlerini gelecek
âyet-i kerîmenin nassıyla tebrie etmesi vazífeleridir:
مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ
عَظيمٌ
Meali: “Bizim için, söylenen şu sözü ve bunun
emsâlini söylemek sahîh olmaz. Ne acâib ve garâibe tesádüf ediyoruz. Yâ Rabbî!
Seni nekáisten tenzîh ederiz ki, şu söylenen söz, vâkıın hılâfı büyük bir
bühtân ve iftirâdır.”[16]
(Kaynak: Reddü’l-Evhâm, s. 357-367)
[1]
Bakara Sûresi, 2:80.
[2]
Arabî İşârâtü’l-İ‘câz, s. 34.
[3]
Lem‘alar, 10. Lem’â, s. 43.
[4]
Hicr Sûresi, 15:43-44.
[5]
Sözler, 10. Söz, 9. Hakíkat, s. 86.
[6]
Lem‘alar, 28. Lem‘a, s. 262.
[7]
Zuhruf Sûresi, 43:74-77.
[8]
Hulâsatü’l-Beyân.
[9]
Bakara Sûresi, 2:161-162.
[10]
Nahl Sûresi, 16:85.
[11]
Nahl Sûresi, 16:88.
[12]
Nisâ Sûresi, 4:56.
[13]
İsrâ Sûresi, 17:97.
[14]
Fâtır Sûresi, 35:36.
[15]
Nebe’ Sûresi, 78:30.
[16] Nûr Sûresi, 24:16.