Anasayfa > Makale > ‘Hak meslek’ten murâd nedir?
‘Hak meslek’ten murâd nedir?
Ma‘lûm ecnebî komite tarafından sû-i isti‘mâl edilen ve te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilip yanlış ma‘nâ verilen mes’elelerden birisi de şudur:
Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri “Uhuvvet Risâlesi” isimli eserinde, Müslümânlar arasındaki uhuvveti te’sîs sadedinde şöyle demiştir:
“Sen mesleğini
ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veyâ daha
güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat, ‘Yalnız hak benim
mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.”[1]
Hem yine “Yirminci
Lem‘a” olan “İhlâs Risâlesi”nde de aynı ma‘nâda olarak
şöyle buyurmuştur:
“Haklı her
meslek sáhibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise,
‘Mesleğim haktır,’ yâhúd ‘daha güzeldir’ diyebilir.
Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veyâ çirkinliğini îmâ eden, ‘Hak
yalnız benim mesleğimdir’ veyâhúd ‘Güzel benim meşrebimdir’
diyemez olan insáf düstûrunu rehber etmek.”[2]
İşte, Risâle-i
Nûr’da bir kaç yerde daha zikredilen şu düstûr, Ehl-i Sünnet içindeki hak
meslek ve mezheb sáhibleri hakkında cârî olan, ve Müslümânların uhuvvet
ve ittifâklarını te’mîn eden, ve hak ve hakíkatin ve ihlâsın iktizá ettiği bir
insáf düstûru iken; ma‘lûm ecnebî komite tarafından sû-i isti‘mâl edilmiş ve bu
düstûrdaki kayıdlar nazar-ı i‘tibâra alınmadan ve edille-i şer‘ıyye mihenk
yapılmadan yanlış ma‘nâ verilerek, şu ânda Álem-i İslâm içindeki cemâatlerin
farklı farklı mesleklerine teşmîl edilmiştir.
Maalesef, şu zamânda
Álem-i İslâm içinde biribirinden farklı cemâatler, ayrı ayrı meslekler türemiş;
herkes kendi görüşüne ve hevâsına göre bir usûl, bir
meslek tutmuş; kimi particiliği kendine meslek edinmiş, partiyle ve demokrasi
ile dîne hizmet edeceğim demekte; kimi ırkçılığı meslek edinmiş, ırkçılıkla
dîne hizmet etmek düşüncesinde; kimi mektebler açarak, tabîat felsefesine
dayanan dersleri insânlara öğretmekle İslâm’ı yücelteceğini düşünmekte; kimi
zekât ve fitreleri vakıflara toplayıp dilencilik yapmakla İslâm’ı azîz
edeceğim demekte; kimi de susarak, halka bir şey anlatmadan insânları terbiye
ve irşâd etmeye çalışmakta, böyle olduğu hâlde etbâı tarafından ehl-i
velâyet tanınmaktadır. Daha bunlar gibi nice bid‘aya dayanan farklı meslek ve
meşrebler Álem-i İslâm’da çıkmış ve hâlâ da çıkmaya devâm etmektedir.
Dîn nâmına ortaya
çıkan ba‘zı insânlar, hizmetlerini bid‘at ve hurâfeler üzerine binâ edip hak olan
Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve
Kıyâs-ı Fukahâya muhálif bir çığır açıyor ve halkı orada topluyorlar veyâ
günâhları ibâhe edip Müslümânlara, “Gelin, günâhta ittifâk edelim” diyorlar.
Hâlbuki, Dîn-i Mübîn-i İslâm’a bid‘alarla değil; sünnet-i seniyye dâiresinde
hizmet edilir. İttifâk, günâhları ibâhe etmekde değil;
ancak “birr ve takvâ” dâiresinde olabilir. Bir kimse bir şeyin
harâmiyyetine inandığı hâlde onu işlese, günâhkâr olur. Tevbe etse,
Elláh onu mağfiret eder. Fakat, günâhları ibâhe ederek veyâ
bid‘aları îcâd ederek dîne hizmet edenler, neûzü billâh dalâlet çukuruna sukút
ederler.
Demek, harâm
olduğunu bildiği hâlde nefis ve şeytána uyup günâh işlemek ayrıdır. Bu insânın
affı ümîd edilir. Dîn nâmına günâhları ibâhe etmek ve bid‘aları
îcâd etmek de bütün bütün ayrıdır. Böyle bir insân, Elláh’ın dînini tahrîf
ettiği için, Elláh’ın azâbından kendisini kurtaramaz.
Ma‘lûm ecnebî
komite, Üstâd’ın mezkûr cümlelerini bâtıl bir súrette te’vîl edip, sanki Üstâd
Bedîuzzamân, şu zamândaki cemâatleri ve onların mesleklerini kasdediyormuş gibi
ma‘nâ ederek, “Her cemâat, kendi mesleğine ‘hakdır ve daha güzeldir’
diyebilir, fakat ‘hak ve güzel olan yalnız benim mesleğimdir’ diyemez.
Kimse kimseye karışmamalıdır, bu yeni mesleklerin hepsi de güzeldir”
diyerek Müslümânları aldatmaya çalışmakta ve Álem-i İslâm arasına ihtilâfât ve fitne atıp
Kur’ân ve hadîsi tahrîf etmeye ve muharrif cemâatleri Álem-i İslâm’a sokmaya
gayret etmekte ve buna da Üstâd Bedîuzzamân’ıálet etmektedir.
Hâlbuki, Üstâd’ın zikrettiği
bu düstûrun, zamânımızdaki meslek ve meşreblerle hîç bir alâkası yoktur.
Üstâd’ın mezkûr cümlelerinde zikrettiği meslekten murâdı, Ehl-i Sünnet’in
müctehid ulemâsının meslekleridir. Kur’ân ve hadîsin muhkemâtı bellidir. Nazarî
fürûátta da Ehl-i Sünnetin müctehid imâmlarının ictihâdları bellidir. Hak
meslek ve meşrebler, sâdece Ehl-i Sünnet’in müctehid imâmlarının Kur’ân ve
hadîsden istinbât ettikleri mesleklerdir. Bu zamân, ictihâd zamânı
olmadığı ve ictihâda ehliyyetli kimse de bulunmadığı için, herkesin Ehl-i
Sünnet’in müctehid imâmlarını taklîd etmesi lâzımdır. O hâlde, hîç bir
Müslümânın, müctehid imâmların gösterdikleri mesleklerden başka mesleği olamaz.
O hâlde, yeni îcâd edilen bütün bu meslekler bâtıldır ve Üstâd’ın bu sözlerinde
bahsi geçen “hak meslek”ten murâd, Ehl-i Sünnet’in müctehid
imâmlarının mesleğidir. Demek, bu düstûr, Ehl-i Sünnet’in hak
mezhebleri arasındaki ictihâdî ihtilâflarla alâkalıdır, -hâşâ- bugünkü bâtıl
mesleklerle hîç bir alâkası yoktur.
Evet, dikkat
edilirse görülecektir ki, Üstâd Hazretleri birinci cümlede, “Sen mesleğini
ve efkârını hak bildiğin vakit” diyerek ve ikinci cümlede de,
“Haklı her meslek sáhibinin” buyurarak kayıd koymuş ve bu kayıd
vâsıtasıyla şu düstûrun, hak mezhebler arasında cârî olan ve “Ümmetimin
ihtilâfı rahmettir” hadîsiyle ifâde edilen ictihâdlardaki müsbet
ihtilâf hakkında geçerli olduğunu, yoksa şu ândaki cemâatler ve onların ayrı
ayrı meslekleriyle alâkalı olmadığını sarâhaten ifâde etmiştir. Çünkü, metinde
“hak” ta‘bîri geçiyor. Hak ise, Kur’ân, Hadîs, İcmâ-ı Ümmet
(sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâdır. Bundan
başka hak yoktur. Kur’ân, Hadîs, İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve
müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâya muhálif olan şey ise bâtıldır. O
hâlde, hak mezheblerin müctehidleri arasındaki meslek ihtilâfının ve ayrı ayrı
ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir. Şu ânda müctehid olmadığından dolayı,
her bir Müslümân, hak olan bir mezhebe ittibâ‘ etmeli, yeni bir meslek
çıkarmamalıdır. Bir Müslümân herhangi bir hak mezhebe ittibâ‘ etse, o vakit
mesleğini hak olarak bilebilir ve “Mesleğim haktır ve daha güzeldir”
diyebilir. Fakat, diğer hak mezheb ve mesleklere bâtıldır diyemez ve
dememelidir.
İşte, şu noktadan
anlaşılıyor ki, Üstâd Bedîuzzamân’ın zikrettiği bu düstûr, müctehidlerin
meslekleri ile alâkalıdır. Yoksa, zamânımızdaki cemâatler ve onların
meslekleriyle alâkalı değildir.
Nitekim, Üstâd
Hazretleri “Lemeát”ta da bu düstûru îzáh etmiş ve sonunda
mes’eleyi mezheblere ve müctehidlere bağlayarak “hak meslekten murâdın”
müctehidlerin meslekleri olduğunu ifâde etmiştir. Bu eserinde Üstâd Hazretleri
şöyle buyurmuştur:
“Hakkı
bulduktan sonra, ehakk için ihtilâfı çıkarma.
“Ey tálib-i
hakíkat! Mâdem hakta ittifâk, ehakta ihtilâftır. Ba‘zan hak, ehaktan ehaktır.
Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.
“İslâmiyyet, selm
ve müsâlemettir; dâhılde nizâ‘ ve husúmet istemez.
“Ey Álem-i
İslâmî! Hayâtın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düstûrun bu olmalı: ‘Hüve’l-hakku’
yerine ‘hüve hakkun’ olmalı; ‘hüve’l-hasen’ yerine ‘hüve’l-ahsen’
olmalı.
“Her Müslim kendi
meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları
güzelse, benim en güzelidir.’
“Dememeli: ‘Budur
hak; başkaları battâldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem
çirkindir.’
“Zihniyyet-i
inhisâr, hubb-i nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ‘ ondan çıkıyor.
“Dert ile
dermânlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüu
hak olur; hak da tenevvü‘ eder.
“İsti‘dâd,
terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem
zehir ve hem panzehir.
“İki mîzâca göre
mesâil-i fer‘íde hakíkat sâbit değil; izáfî ve mürekkeb. Mükellefîn mîzâclar,
“Ona bir hisse
verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sáhibi mühmel mutlak
hükmeder.
“Mezhebinin
hudûdu ta‘yînini bırakır temâyül-i mîzâca. Taassub-i mezhebî ta‘mîme sebeb
olur.
“Ta‘mîmin
iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyyetten evvel tabakát-ı beşerde derin
uçurumlar,
“Hem tebâud-i
acîbi istedi bir vakitte taaddüd-i enbiyâ, tenevvü-ı şerâyi‘, müteaddid
mezhebler.
“Beşerde bir
inkılâb İslâmiyyet yaptırdı, beşer tekárüb etti, şer‘ etti ittihâd, vâhid oldu
peygamber.
“Seviye bir
olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zamân, ittihâd eder
mezhebler.”[3]
Üstâd’ın “Lemeát”taki şu ifâdeleri ve
bu düstûru nihâyetinde mezheblere bağlaması, hîç bir karanlık nokta
bırakmayacak derecede bir açıklıkla, şu düstûrun, hak mezhebler arasındaki
ictihâd farklılıkları hakkında cârî olan bir düstûr olduğunu; yoksa şu
zamândaki cemâatler ve onların ayrı ayrı meslekleriyle alâkalı olmadığını
göstermektedir.
Hem Üstâd
Hazretleri, “Rumûz” adlı eserinde Kur’ân’ın yedi cihette mu‘cize
olduğunu îzáh ederken, Kur’ân’ın câmiıyyetini beyân etmiş ve Kur’ân âyetlerinin
ayrı ayrı vücûh ve ihtimâller üzere nâzil olduğunu ve bütün zamânlardaki
beşerin bütün tabakátına hıtáb ettiğini ifâde ederek, Ehl-i Sünnet ulemâsının
mezheb ve meslek ihtilâfının bu vücûh ve ihtimâllerden neş’et ettiğini
anlattıktan sonra şöyle demiştir:
“Eğer desen: ‘Tasvîrden
anlaşılır ki, taaddüd-i mesâlik ve ihtilâf-ı turûk matlûbtur.’
“Cevâb:
Evet, matlûbtur. Hem zarûrîdir. Eğer hódgâmlıktan neş’et eden inhisâr
zihniyyetiyle başkaların reddine kalkışırsa, elbuğzu fillâhı sû-i isti‘mâl
ederse, o vakit ihtilâf zarardır. Yoksa, el-hubbu fillâh düstûrunu esâs tutsa,
tekâmülde teávün kánûnunu bilse, şerîatın vüs‘atini, tabîbliğini düşünse;
ihtilâf imtizâca sebeb olur.
“Elhâsıl:
Herkes kendi mesleğine ‘Hüve hakkun’ demeli, ‘Hüve’l-hakk’
dememeli. Veyâhúd, ‘Hüve’l-ahsen’ demeli, ‘Hüve’l-hasen’
dememeli.”[4]
İşte, şu düstûr,
Risâle-i Nûr’un mezkûr mufassal yerlerinde böyle îzáh edilmiştir. Bütün bunlara
dikkat edildiğinde açıkça görülür ki; şu düstûr, hak mezhebler ve müctehidlerin
meslekleri hakkında cârî olan bir düstûrdur. Çünkü, Üstâd’ın bütün bu
cümlelerinde “hak” kelimesi geçmektedir. Hak ise, Kur’ân, Hadîs,
İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı
Fukahâdır. Bundan başka hak yoktur. O hâlde, bir Müslümân herhangi bir
hak mezhebe ittibâ‘ etse; o vakit mesleğini hak olarak bilebilir ve “mesleğim
haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat, diğer hak mezheb ve mesleklere
bâtıldır diyemez. Çünkü, bir mesleğin ve fikrin hak olup olmadığı edille-i
şer‘ıyye denilen Kitâb, Sünnet, İcmâ-i Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i
izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâ mîzânlarına vurularak anlaşılır. Eğer o meslek
ve fikir bunlara uygunsa haktır, eğer uygun değilse bâtıldır. Burada iki mühim
nokta vardır:
Birincisi: Dînin yüzde doksanını
teşkîl eden muhkemât-ı şerîatta ihtilâf yoktur. Bunlar Kur’ân’ın ve onun
tefsîri olan hadîs-i şerîflerin hális malıdır. Bunlarda ictihâd olamaz ve
bunlar aslâ değişmez. Demek, şu muhkemâtta tek bir meslek vardır. Farklı farklı
meslekler olamaz.
İkincisi: Yüzde on nisbetinde olan
ictihâdî nazariyyâttır ki, bu da iki kısımdır:
Birisi: Müctehidlerin üzerinde
icmâ‘ ve ittifâk ettiği nazariyyâttır ki, bu kısım mesâilde her hangi bir
mü’minin ve hattâ müctehidin bu icmâa muhálefet etmesi câiz değildir. Bu
kısımda da tek bir meslek vardır.
Diğeri: Müctehidlerin hakkında
ihtilâf ettikleri nazariyyâttır ki, işte mezheb ihtilâfı ve ayrı ayrı meslekler
burada vardır. Daha sonra îzáh edeceğimiz üzere, hak mezheblerin ve o
mezheblerdeki müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdlarının hepsi de haktır. Bir
mü’min, şu ihtilâfî mevzú‘larda müctehidlerden herhangi birisinin mezheb ve
mesleğine ittibâ‘ etse, o vakit mesleğini ve fikrini, ya‘nî ittibâ‘ ettiği
müctehidin meslek ve fikrini hak olarak i‘tikád etmekle berâber, diğer
müctehidlerin ve onlara ittibâ‘ edenlerin mesleklerini de hak ve güzel olarak
kabûl etmesi lâzımdır. Fakat, kendi mezhebini veyâ meslek ve fikrini daha güzel
görebilir ve öyle görmesi de lâzımdır.
İşte, Üstâd’ın
zikrettiği şu güzel düstûr, müctehidînin ictihâdlarının hepsinin de hak
olduğunu ve nazariyyâtta hakkın taaddüd edebileceğini ifâde ederek, her hangi
bir hak mezheb ve meslek sáhiblerinin, mezheb ve meslek taassubuyla, “Yalnız
benim mezhebim haktır ve yalnız benim mesleğim güzeldir” diyerek, diğer hak
mezheblere veyâ mesleklere hatá isnâd etmemesi gerektiğini ifâde etmektedir. Tâ
ki, bu súretle Müslümânların uhuvvet ve ittifâkı te’mîn edilmiş olsun.
Bu noktadan, şu
düstûrun gáye-i maksadı, dînin aslı ve esâsı olan ve dînin yüzde doksanını
ihtivâ eden muhkemât-ı şerîatta Müslümânların ittifâk ettiklerini ve etmeleri
gerektiğini ve yüzde on nisbetinde olan ihtilâfî nazariyyâtta ise müctehidlere
ittibâ‘ edilmesi şartıyla hepsinin de hak olduğunu ifâde ederek; Müslümânların
hakta, ya‘nî kitâb ve sünnetin muhkemâtının ve kitâb ve sünnete uygun olan hak
mezheblerin dâiresi içinde ve bu esâs üzerine ittifâk etmelerini te’mîn
etmektir. Fakat, şu kayıdlar ihmâl edilerek, şu
düstûr, zamânımızdaki cemâatlere ve onların ayrı ayrı mesleklerine de teşmîl
edilse; ya‘nî sanki Üstâd Bedîuzzamân şu anki cemâatleri kasdediyormuş gibi,
sen, “Benim cemâatim ve mesleğim haktır ve daha güzeldir” diyebilirsin,
fakat kimseye karışamazsın, edille-i şer‘ıyyeye uymasa da her cemâatin mezheb
ve mesleği haktır denilse; Kitâb ve Sünnet ve onlara istinâd eden İcmâ‘ ve
Kıyâs-ı Fukahâ mihenk yapılmazsa; o vakit, Müslümânların hakta ittifâkları ve
hakka olan bağlılıkları izâle edilmiş olur ve Üstâd’ın şu cümlelerde gáye-i
maksadı olan “hakta ittifâk”a taban tabana zıd bir netîce ortaya
çıkar. Ya‘nî, Kur’ân ve hadîse bakmadan ve hak mezheblere riáyet etmeden herkes
kendi re’yine göre hareket eder ve Müslümânlar farklı farklı yollara sülûk edip
ümmet tefrîkaya düşer. O vakit kimin etbâı çok ise haklı o
zannedilir.
İşte, şu fâsid
te’vîlin netîceleri düşünülse, Üstâd’ın murâdının aslâ böyle bir şey olmadığı
anlaşılır. Hem yine anlaşılır ki, hakkın mihengi olan Kitâb, Sünnet, İcmâ-i
Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâyı ortadan
kaldıran ve her bâtıl fikre de hak dedirten böyle fâsid bir ma‘nâyı ve bâtıl
bir te’vîli her hangi bir Müslümânın bilerek söylemesi mümkün değildir. Demek,
bu bâtıl te’vîlin menşei, o ecnebî komitedir ki; İslâm’ı tahrîf etmek ve
muharref meslekleri hak olarak göstermek niyyetiyle ba‘zı sáf-dil Müslümânları
aldatarak böyle hîleli sözleri Álem-i İslâm içinde yaymaktadırlar.
Elhâsıl: Üstâd Hazretlerinin bu
sözleri, müctehid ulemânın ictihâdları ve onların meslekleri arasındaki
ihtilâfla alâkalıdır. Zîrâ, onların mesleklerinden başka hak meslek yoktur.
Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve
Kıyâs-ı Fukahâya muhálif olan meslek ve efkâra hak denilmez. Onlar bid‘at ve
dalâlettir. Mü’min, her hâlini ve her fikrini şu edille-i şer‘ıyyenin
mîzânlarına vurmalıdır. Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve
müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâya dayanmayan başka bir meslek
kabûl etmemelidir. O mîzâna uymayan her türlü meslek ve fikirleri de bid‘at ve
dalâlet bilmeli ve reddetmelidir. Üstâd Bedîuzzamân’ın “On Üçüncü Lem‘a”
olan “Hikmetü’l-İstiáze Risâlesi”ndeki şu sözlerine
dikkat edilse ve mezkûr düstûr bu ölçülere göre ma‘nâ edilse, murâd-ı
Üstâdâneleri gáyet iyi anlaşılacaktır.
“İşte, ey
ehl-i hak ve ehl-i hidâyet! Şeytán-ı ins ve cinnînin mezkûr desîselerinden
kurtulmak çâresi: Ehl-i Sünnet ve Cemâat olan ehl-i hak mezhebini
karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyânın muhkemât kalesine gir ve Sünnet-i
Seniyyeyi rehber yap selâmeti bul.”[5]
“İşte, ey
Şeytán’ın desîselerine mübtelâ olan bî-çâre insân! Hayât-ı dîniyye, hayât-ı
şahsıyye ve hayât-ı ictimâıyyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve
istikámet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur’âniyyenin
mîzânlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terâzîleriyle a‘mâl ve hátırâtını
tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi dâimâ rehber yap. Ve ‘Eûzü
billâhi mine’ş-şeytáni’r-racîm’ de, Cenâb-ı Hakk’a ilticâda bulun.”[6]
Şu kısa îzáhtan
sonra, şimdi mes’elenin tahkíkıne geçebiliriz.
Mevzúun iyice
anlaşılabilmesi için şu sekiz mes’elenin îzáhı lâzımdır:
1. Edille-i şer‘ıyye
nedir?
2. İctihâd nedir?
3. Kimler ictihâd
yapabilir?
4. İctihâd nerelerde yapılır?
5. İctihâdın câiz olup olmadığı konular?
6. İctihâdlardaki
ihtilâfın hikmeti nedir?
7. Şu zamânda
ictihâd kapısı açık mıdır?
8. Şu zamânda hangi
mezheblerle amel etmek câizdir?
1. EDİLLE-İ ŞER‘IYYE NEDİR?
Edille-i şer‘ıyye, “Kitâb,
Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ” olmak üzere dörttür. Bu eserin
“Birinci Kitâb” bölümünde bu edille-i şer‘ıyye şöyle îzáh
edilmiştir:
1. Kitâb,
ya‘nî Kur’ân.
2. Sünnet,
ya‘nî Resûl-i Ekrem (sav)’in ef‘ál, akvâl ve ahvâli.
3. İcmâ-ı
Ümmet, ya‘nî Sahâbe ve müctehidîn-i izámın icmâı.
4. Kıyâs-ı
Fukahâ, ya‘nî müctehid ve ulemâ-ı İslâm’ın kıyâsı.
Şimdi bu dört delîli
tafsílâtıyla îzáh edeceğiz:
Dîn-i mübîn-i
İslâm’ın asıl kaynağı Kur’ân’dır. Sonra Kur’ân’ın asıl müfessiri olan Resûl-i
Ekrem (asm)’ın sünnet-i seniyyesidir. Evet, Kur’ân’ın iki büyük müfessiri
vardır:
Birincisi: Kur’ân-ı
Azímü’ş-şân’ın yine kendisidir. Evet, Kur’ân’ın âyetleri biribirini îzáh
etmekte ve mücmel bir âyeti başka bir âyet veyâ âyetler tafsíl ve tefsîr
etmektedir. Kur’ân’ı Kur’ân’la îzáh ve tefsîr etmek; bir âyetteki icmâli diğer
âyetteki tafsílle îzáh etmek; müteşâbih olan âyetleri muhkem olan âyetlere göre
ma‘nâ vermek; nâsih ile mensûhu, hás ile ámmı nazar-ı i‘tibâra almak ve âyetlerin
sebeb-i nüzûlü ile târîhini bilmek ile olur.
İkincisi: Resûl-i Ekrem
(asm)’ın Sünnet’idir. Evet, zât-ı Risâlet (asm), risâleti haysiyyetiyle
insânlara Kur’ân’ı açıklamış, âyetlerin hudûdlarını ta‘yîn etmiş, böylece
muhtemel yanlış te’vîllerden Kur’ân’ı muhâfaza etmiştir. Bu sebeble, âyetleri,
onu tefsîr eden hadîs-i şerîflere göre ma‘nâ etmek gerekir. Bunun için de,
hadîslerin kısımlarını, nâsih ve mensûhunu, mücmel ve mufassalını, sebeb-i
vürûdunu ve târîhini bilmek ve ona göre Kur’ân ve ehâdîs-i Nebeviyyeyi tefsîr
ve îzáh etmek zarûreti vardır. Yoksa, âyet ve hadîsler maksúd ma‘nâlarından
tahrîf edilmiş ve dalâlete sülûk edilmiş olur. Bir kısım mücmel âyetleri,
mufassal âyetler ve ehâdîs-i nebeviyye tefsîr ettiği gibi; bir kısım mücmel
hadîsleri de mufassal hadîsler îzáh etmiştir. Resûl-i Ekrem (asm)’ın bir
vazífesi de tebyîndir. Ya‘nî, Kur’ân’ın mücmel âyetlerini îzáh ve beyân
etmektir. Aşağıdaki âyet-i kerîme bu hakíkati ifâde etmektedir:
وَاَنْزَلْنَا
اِلَيْكَ الذّكْرَ لِتُبَيّنَ لِلنَّاسِ مَانُزّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ
يَتَفَكَّرُونَ
“Yâ Ekreme’r-Rusül! İnsânlara inzâl olunan ahkâmı,
onlara beyân etmen için Biz sana Kur’ân’ı inzâl ettik. Tâ ki, onlar tefekkür
etsinler.”[7]
Kur’ân’da mücmel olan âyetlerin ahkâmını Resûlulláh (asm)’ın tafsíl üzere
beyân ettiğine bu âyet-i kerîme delâlet eder. Kur’ân’ın ilk muhátabı ve en
büyük talebesi olan bu zât (asm), dîn nâmına ne söylemiş ise, muhakkak o,
Kur’ân’da ya sarâhaten veyâ işâreten mevcûddur. Bu hadîslerin muhâfız ve
hâmilleri ise sahâbe-i kirâm hazretleridir. Onlar da bu hadîsleri kendilerinden
sonraki asırlara sağlam bir an‘ane ile ulaştırmışlar ve ümmetin muhakkík
álimleri de bu emâneti onlardan almış ve yine sağlam bir senedle kitâblara
kaydetmişlerdir.
Bu sebeble, Kur’ân’ı
Kur’ân’la ve hadîslerle ve fukahâ ve müfessirlerin sahâbeden alarak bize
ulaştırdığı esâsât ile tefsîr ve îzáh etmek lâzımdır. Nitekim, hadîs-i şerîfte
şöyle buyurulmaktadır:
مَنْ فَسَّرَ
الْقُرْانَ بِرَأْيِه فَقَدْ كَفَرَ
“Kim Kur’ân’ı kendi
re’yiyle tefsîr ederse, kâfir olur. (Ya‘nî,
Kur’ân ve Hadîsin mufassalına ve İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Fukahâya dayanmadan,
kendi hevâsına göre Kur’ân’a ma‘nâ vermek küfürdür, dalâlettir.)”[8]
Üstâd Bedîuzzamân
(ra) da bu mevzú‘da şöyle buyurmaktadır:
“Evet, zamân geçtikçe Kur’ân-ı Hakîm’in daha ziyâde hakáikı
inkişâf eder demektir. Yoksa, -hâşâ ve kellâ- selef-i sálihînin beyân ettikleri
hakáik-ı záhiriyye-i Kur’âniyyeye şübhe getirmek değil. Çünkü, onlara îmân
lâzımdır. Onlar nasstır, kat‘ídir, esâstırlar, temeldirler. وَهذاَ لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبينٌ fermânıyla, ma‘nâsı
vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hıtáb-ı İlâhî o ma‘nâlar üzerine döner,
takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensús ma‘nâları kabûl etmemekten
-hâşâ sümme hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ı tekzîb ve Hazret-i Risâletin fehmini tezyîf
etmek çıkar.
“Demek, maánî-i mensúsa, müteselsilen menba-ı risâletten alınmıştır.
Hattâ, İbn-i Cerîr-i Taberî, bütün maánî-i Kur’ân’ı, muan‘an senedle
müteselsilen menba-ı Risâlete îsâl etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsîrini
yazmış.”[9]
Hem Üstâd Bedîuzzamân
(ra)’ın dediği gibi âyetler ve hadîsler, “Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makámda
söylemiş ve ne için söylemiş?” suâllerine göre ma‘nâ edilmelidir. Bu
zikredilen káideler, Kur’ân ve hadîs için geçerli olduğu gibi, bütün ulemâ-yı
İslâm’ın kitâblarının ve Risâle-i Nûr’un mütáleası için de geçerlidir. Ya‘nî,
ulemâ-i İslâm’ın kitâblarındaki mücmel bir sözü, başka yerde mufassal olan
sözleriyle îzáh etmek ve hangi makámda, ne için ve kime söylendiğini nazar-ı
i‘tibâra almak lâzımdır.
Üçüncü delîl olan İcmâ-ı
Ümmet’e gelince:
“İcmâ‘: Hazret-i Peygamber
(asm)’ın vefâtından sonra herhangi bir asırda ümmet-i İslâmiyyenin bütün
müctehidlerinin şer‘í bir hüküm üzerinde ittifâkıdır.”[10]
Demek “İcmâ-ı
Ümmet” ta‘bîrinde geçen “ümmet” kelimesinden murâd; başta sahâbe
olmak üzere müctehid ve müctehidlik mertebesine nâil olan zevât-ı áliyyedir.
Yoksa, umûm ümmet değildir. Beşerî sistemlerde olduğu gibi bir çoğulculuk veyâ
icmâ‘, şerîatta yoktur. Zîrâ, Kitâb ve Sünnete dayalı bir ilme sáhib olmayan
kişilerin re’yleri geçersizdir. Onlar hevâlarına dayanırlar ve hakíkí ilimleri
olmadığı için ancak zanlarına tâbi‘ olurlar. Nitekim, Elláhu Teálâ şöyle
buyuruyor:
وَاِنْ تُطِعْ اَكْثَرَ مَنْ فِى اْلاَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبيلِ اللهِ
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلاَّ الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلاَّ يَخْرُصُونَ
“Eğer yeryüzündeki insânların
ekserîsine uyarsan; onlar seni Elláh’ın yolundan saptırırlar ve tarîk-ı
dalâlete sevk ederler. Zîrâ, onlar, delîle ittibâ‘ etmezler; ancak kendi zan ve
tahmînlerine ittibâ‘ ederler ve onlar, ancak yalan söylerler.”[11]
وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Fakat, insânların
ekserîsi bilmiyorlar.” [12]
Bir mes’elede icmâ‘
mün‘akid olduktan sonra, artık ondan sonraki asırlarda hîç bir Müslümân, ne
kadar álim olursa olsun ona muhálefet etmez ve edemez. Meselâ, Sahâbe asrında
bir mes’elede icmâ‘ olduysa -ki asıl icmâ‘, onların icmâıdır- Tâbiín ona
muhálefet edemez. Eğer Tâbiín, bir mes’elede icmâ‘ etmişse, Tebe-i Tâbiín ona muhálefet edemez ve
hâkezâ… Aksi hâlde, icmâ‘ eden eşhása dalâlet ve hatá isnâd etmek gerekir ki,
bu durum “Ümmetim (ya‘nî ulemâ-i ümmetim), dalâlet üzerine
icmâ‘ etmez”[13]
hadîsine muhálif olduğu gibi, vahyin bize geliş silsilesindeki bir halkaya hatá
isnâd etmek, vahye şübhe îrâs edeceğinden, merdûddur. Çünkü, vahyin bize
ulaşması, sahâbenin icmâı iledir. Sahâbenin icmâını tasdîk ve bize ihbâr eden,
tâbiínin icmâıdır. Tâbiínin icmâını tasdîk ve bize ihbâr eden, tebe-i tâbiínin
icmâıdır. Ve hâkezâ... Bunlardan birinin reddi, silsilede kopukluk meydâna
getireceğinden, vahye şübhe îrâs eder.
Eğer bir mes’elede
icmâ‘ mün‘akid olmaz, fakat Álem-i İslâmdaki ulemânın ekserîsi, ya‘nî cumhûr-i
ulemâ siyâsî bir baskı altında bulunmadan bir hükümde ittifâk ederlerse; artık
fetvâ o vecihle verilir. Cumhûra muhálefet eden müctehid, kendi áleminde hás ictihâdıyla
amel etse de, ümmeti ona da‘vet edemez. Ümmet, ancak cumhûrun caddesinde
yürüyebilir ve ona sevk edilir. Üstâd Bedîuzzamân (ra) da bu husúsda şöyle
buyurmaktadır:
“Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin caddesidir;
muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husúsí ve dar caddeye sevk
edenler, idlâl ediyorlar.”[14]
“Bir fikre da‘vet, cumhûr-i ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa,
da‘vet bid‘attır, reddedilir.”[15]
Elláhu Teálâ, İcmâ-ı
Ümmete riáyete emir ve ona muhálefet edenleri zecr sadedinde şöyle fermân
etmiştir:
وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدى
وَيَتَّبِعْ غَيْرَسَبيلِ الْمُؤْمِنينَ نُوَلّه مَا تَوَلّى وَنُصْلِه جَهَنَّمَ
وَسَآءَتْ مَصيرًا
“Kim hidâyet ona açıkça tebeyyün ettikten sonra Resûl’e muhálefet eder ve mü’minlerin ittibâ‘ ettikleri tarîk-ı hakkın ve dîn-i İslâm’ın gayrı bir tarîka ittibâ‘ ederse; Biz onu döndüğü dalâlet yolunda bırakırız ve âhirette de onu Cehennem’e koyarız. O Cehennem ne kötü bir dönüş yeridir.”[16]
Bu âyet-i kerîmede geçen سَبيلِ الْمُؤْمِنينَ ta‘bîri, “İcmâ-ı Ümmet”e işâret etmekte ve aynı âyet-i kerîme, “İcmâ-ı Ümmet”e muhálefet edenlerin hidâyeti bulamayacaklarını ve Cehennem’e gireceklerini ifâde etmektedir.
Ammâ “Kıyâs-ı
Fukahâ” ise;
فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى اْلاَبْصَارِ
Ya‘nî, “Ey akıl ve basíret
sáhibleri, ibret alınız!”[17]
âyetine dayanmaktadır. “Kıyâs-ı Fukahâ”: İlmî dirâyeti
bulunan álimlerin, hakkında Kitâb ve Sünnette sarîh bir hüküm bulunan bir şeyin
illetini tesbît ederek, Kitâb ve Sünnette sarîh bir hüküm bulunmayan başka bir
mes’ele hakkında illet ortaklığına istinâden hükmetmesi, ya‘nî i‘tibâr
etmesidir. Fukahânın bu kıyâsları, kitâblarda her ne kadar, “Fi‘lân
álimin re’yi budur” gibi ifâdelerle beyân ediliyorsa da, bu, o álimin
karîhasından çıkan mücerred re’yi olduğu ma‘nâsında değil; belki “Onun
Kitâb ve Sünnetteki bir ilme istinâd eden re’yi ve tarz-ı telâkkísi budur”
ma‘nâsındadır. Nitekim, İmâm-ı A‘zam, “Re’ye
çok fazla mürâcaât ediyorsun” diye yapılan bir tenkíde
ما فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَىْءٍ
Ya‘nî, “Biz
bu Kitâbda hîç bir şeyi noksán bırakmadık”[18] âyetini okuyarak; “Bu, bizim o mes’eleyi Kur’ân’dan nasıl
çıkardığımızı bilmeyene göre re’ydir” diyerek cevâb vermiştir.
Aşağıda îzáh
edileceği üzere, umûm insânların maddî ve ma‘nevî cihette tamâmen aynı seviyede
olmamaları ve bir tarz-ı hayât-ı ictimâıyyede bulunmamaları sebebiyle,
teferruátta aynı terbiye altına girmeleri hikmet ve rahmet-i İlâhiyyeye muvâfık
olmadığı için; Elláh ve Resûlü (asm), bu ihtilâfa müsâade etmiştir.[19]
2. İCTİHÂD NEDİR?
“İctihâd”,
meşakkat, güç ve tâkat ma‘nâsında olan “cehd” kelimesinden
türetilmiştir. İctihâd lügatte, bir işin talebinde, cehd edilen şeye kavuşmak
ve onun nihâyetine ulaşmak için güç ve kuvvetini sarf etmektir.[20]
İctihâdın ıstılâhî
ma‘nâsı ise, şerîatın hükmünü delîlinden çıkarıp anlamak için cehd ü gayret
sarf etmektir.[21]
İctihâd, farz-ı
kifâyedir ve meşrûıyyeti kitâb, sünnet ve icmâ‘ ile sâbittir. Şu âyet-i
kerîmeler, ictihâdın vücûdunu ve lüzûmunu ifâde etmektedir:
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُوْلى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ
لَعَلِمَهُ الَّذينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
“Eğer onlar o haberi işitince Resûlulláh’a (Kur’ân ve Hadîs’e) ve ashâb-ı re’y ve tedbîre ve işten anlayanlara (müctehid ulemâya) reddetmiş olsalardı; o haber için istinbât ve istihrâca ehil ve erbâb olan ulemâ ve sáhib-i fikir olan kimseler o haberin ifşâya sálih olup olmadığını bilirler ve hâl ü maslahata göre ictihâd ve lâyıkı vech üzere hareket ederlerdi.”[22]
فَاعْتَبِرُوا يَا اُولى اْلاَبْصَارِ
“Ey akıl ve basíret
sáhibleri, ibret alınız!”[23]
3. KİMLER İCTİHÂD YAPABİLİR?
Usûl ulemâsı,
müctehidde şu sıfatların bulunmasını şart koşmuşlardır:
1. Müslümân olması.
2. Sahîhu’l-fehim
olması. Ya‘nî, gáyet doğru ve selâmetli bir anlayış sáhibi olması.
3. Ahkâmın menba‘ ve
masdarları olan Kitâb, Sünnet, İcmâ‘ ve Kıyâsı çok iyi bilmesi.
4. Nâsih ve mensûhu
iyi bilmesi.
5. Arab lügatını,
Sarfı, Nahvi ve Belâgati çok iyi bilmesi.
6. Usûl-i fıkıhda
álim olması.
Burada kitâbı
bilmekten murâd, ahkâm âyetlerini bilmektir. Yoksa, âyetlerin hıfzı değil,
belki kolaylıkla onlara ulaşabilecek bir súrette o âyetlerin yerlerini ve
âyetlerin ma‘nâlarını iyi bilmektir.
Sünneti bilmekten
murâd, ahkâm husúsunda vârid olan hadîsleri bilmektir. Yoksa, murâd, o
hadîslerin hıfzı değildir. Ancak, ihtiyâc olduğunda mürâcaat etmesi için ahkâm
hadîslerinin her bir bâbın mevkııni kolaylıkla bulup çıkarabilecek bir
derecede, ahkâm hadîslerinin ekserîsini câmi‘ bir temele ve ilme sáhib olması
ve bilmesi kâfîdir. Hem o hadîslerin makbûlünü merdûdundan ayırt edip tanıyabilmesi
lâzımdır. Ya‘nî, muhaddislerin kabûl ettikleri hadîslerle reddettikleri
hadîsleri bilip ayırt etmesi lâzımdır. Hem nâsih ve mensûhunu bilmesi de
şarttır ki, mensûh olan bir hadîsle fetvâ vermesin.
Hem Arab lügatını da
çok iyi bilmesi lâzımdır ki, Kur’ân’ı ve Sünneti doğru bir şekilde anlaması
mümkün olsun. Çünkü, Kur’ân ve Sünnet, Arab lisânıyla vârid olmuş ve Arabların
kelâm üslûbları üzerine cârî olmuşlardır.
Hem müctehidin
usûl-i fıkhı da iyi bilmesi lâzımdır ki, ahkâmı istinbât ederken ve delîller
teáruz ettiği vakitte, ya‘nî delîller biribirine záhiren ters düştüğü vakitte
tercîh yaparken usûl-i fıkhın sahîh káidelerinden dışarı çıkmasın. Şu şartlar,
bütün fıkhî mes’elelerde ictihâd edebilecek olan bir mutlak müctehidde
bulunması gereken şartlardır.[24]
İctihâdın şartlarını
hâiz olmayan bir kimse, nazariyyâtta mutlaka Ehl-i Sünnet içindeki bir mezhebe
ittibâ‘ etmek ve müctehidleri taklîd etmek mecbûriyyetindedir. Binâenaleyh,
ictihâdın şartlarını hâiz olmayan bir kişinin dînî mes’elelerde kendi aklı ve
hevâsıyla konuşup “Bu mes’elede ben böyle düşünüyorum” veyâ “Bence
doğru olan budur” demesi, ya‘nî kendi re’yince bir meslek îcâd etmesi câiz
değildir. O hâlde, ileride anlatılacağı üzere, şu ânda ictihâda ehliyyetli
kimse bulunmadığından ve ictihâdın yapılmasına mâni‘ler bulunduğundan, her bir
mü’min, meslek ve efkârını, Kur’ân ve hadîsin muhkemâtına ve Ehl-i Sünnet
mezheblerinin hükümlerine uydurmak mecbûriyyetindedir.
4. İCTİHÂD NERELERDE YAPILIR?
İctihâdın mevzúu, hakkında kat‘í delîl bulunmayan bütün şer‘í hükümlerdir.[25] Müctehid, hakkında Kitâb ve Sünnette kat‘í delîl bulunmayan bir mes’eleyle karşılaştığında onun hakkında ictihâd eder. Fakat, şu ictihâdın, yine Kitâb ve Sünnete dayanması gerekir. Yoksa, mücerred kendi aklına göre hüküm veremez. Bu noktadan müctehidin ictihâdı, yine Kur’ân ve Hadîse râci‘dir. Ya‘nî, müctehid, mes’eleyi Elláh ve Resûlüne, ya‘nî Kur’ân ve Hadîse arz eder, ve ezelî ve ebedî olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l- Beyân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin küllî ma‘nâ tabakátından o mes’elenin hükmünü istinbât eder. Binâenaleyh, ictihâd her ne kadar müctehide isnâd edilse de, hakíkatte Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin ma‘nâ tabakalarıdır. Fakat, ileride îzáh edeceğimiz üzere, ictihâdlar izáfî hakíkatler olduğu için müctehidlere izâfe edilerek zikredilir. Yoksa, o müctehidin kendi re’yine göre verdiği bir hüküm değildir. Belki, Kur’ân ve Hadîsin hazînesinden o müctehid eliyle çıkarılmış cevherlerdir. Şu âyet-i kerîme bu ma‘nâyı ifâde etmektedir:
يَآ اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اطيعُوا الله وَاطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ فاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْويلاً
“Ey mü’minler! Elláh’a (ya‘nî Kur’ân’a) ve Resûlüne (ya‘nî Hadîse) ve sizden olan
ulü’l-emre (ya‘nî bir te’vîle göre, müctehid ulemâya) itáat edin. Eğer siz bir
şeyin hükmü hakkında nizâ‘ ederseniz, onu Elláh’ın kitâbına ve resûlünün
sünnetine reddedin. Eğer Elláh’a ve yevm-i âhirete îmân ederseniz, Elláhu
Teálâ’nın ahkâmına ve resûlünün sünnetine mürâcaat edin. Şu kitâbulláha ve
sünnet-i Resûlulláha mürâcaat, sizin için hayırlı ve ákıbet yönünden gáyet
güzeldir.”[26]
Bu hakíkate binâen
Üstâd Hazretleri de ictihâdı ta‘rîf ederken onu Kur’ân’a nisbet ederek ta‘rîf
etmiş ve şöyle demiştir:
“İctihâdda, ya‘nî
istinbât-ı ahkâmda, ya‘nî Cenâb-ı Hakk’ın marziyyâtını kelâmından anlamakta,
Sahâbelere yetişilmez.”[27]
İşte, şu sırra göre,
ictihâdın mevzúunu şöyle îzáh etmek mümkündür:
Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın
menbaı olan Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın âyetleri iki kısımdır.
Birincisi: Ma‘nâsı açık olan ve hîç bir súrette te’vîli mümkün olmayan âyetlerdir ki, bunlara “Muhkemât” denilir. Bunlarda aslâ ictihâd olmaz. Bunları te’vîl etmek, bid‘at ve dalâlettir. Bu muhkemât ise; dînin yüzde doksanını teşkîl etmektedir. Bunlar, dînin ana esâsları, temeli ve dînin üstünde durduğu ana sütûnlarıdır. Ehl-i Sünnet dâiresindeki hîç bir hak müctehid şu muhkemâta ilişmemiş, olduğu gibi kabûl etmişlerdir. Bedîuzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:
“Mezâhibin
ihtilâfı ise: Sáhib-i şerîatın gösterdiği nazarî düstûrların tarz-ı
tefehhümünden ileri gelmiştir. ‘Zarûriyyât-ı dîniyye’
denilen ve kábil-i te’vîl olmayan ve ‘Muhkemât’
denilen düstûrları ise, hîç bir cihette kábil-i tebdîl değildir ve medâr-ı
ictihâd olamaz. Onları tebdîl eden, başını dînden çıkarıyor;
يَمْرُقُونَ مِنَ الدّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ káidesine
dâhıl oluyor.”[28]
İkincisi: Muhkem olmayan kısım ki,
bunların ma‘nâsı muhkemât gibi açık değildir, te’vîle kábildir. Onların
ma‘nâsını anlamak için, ilimde rüsûh sáhibi olmak lâzımdır. Şu kısım âyetlerde
olan müşkilât -hâşâ- âyetlerin lafzındaki bir kapalılıktan ve beyânın
kusúrundan gelen bir müşkilât değil, belki ma‘nânın ince ve derin veyâ yüksek
ve geniş olmasından kaynaklanmaktadır ki, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân o ma‘nâları
mümkün olan en kolay ve açık súrette ifâde etmiştir. Ya‘nî, bu kısım
âyetlerdeki müşkilât, muhátabın kusúrundan ve ilminin eksikliğinden
gelmektedir. Onların ma‘nâsını anlayabilmek için râsih bir ilme sáhib olmak
lâzımdır. İşte ictihâd, şu kısım âyetlerde olmaktadır ki, bu da dînin yüzde
onunu teşkîl etmektedir. Kur’ân’ın tefsîri olan hadîs-i şerîfler de bu iki
kısma ayrılmaktadır.
Üstâd Bedîuzzamân
Hazretleri, bu husúsu şöyle ifâde etmiştir:
“Erkân ve ahkâm-ı
zarûriyye -ki yüzde doksandır- bi’z-zât Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsîri
mâhiyyetinde olan sünnetin malıdır. İctihâdî olan mesâil-i hılâfiyye ise yüzde
on nisbetindedir.”[29]
Bu münâsebetle, delâleti vâzıh ve bedîhî olan lafızlarla, delâleti vâzıh ve bedîhî olmayan lafızları zikredeceğiz. Şöyle ki:
Bir kelime ve bir lafız, delâlet ettiği ma‘nâ ve bildirdiği mefhûm i‘tibâriyle iki kısma ayrılır.
BİRİNCİ KISIM
Birincisi: “Záhir”dir ki: Lügatta “açık” ma‘nâsına gelmektedir. Istılâhda ise; bir ma‘nâya açıkça delâlet eden lafızdır. Ya‘nî, lafız ve kelime, záhiren o ma‘nâyı bildirir ve bu ma‘nâyı bildirmekte dışardan bir emr-i háricîye ihtiyâc yoktur. Bi-zâtihî o kelime ve o cümle, o ma‘nâyı vâzıhan bildiriyor. Lâkin, kelâmın siyâkı o ma‘nâ için değildir. Meselâ:
وَاَحَلَّ الله الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرّبوا “Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı.”[30] Bu âyet, açıktan açığa bedâheten alışverişi helâl, fâizi ise harâm kılar. Bu ma‘nâ اَحَلَّ ve حَرَّمَ kelimelerinden vâzıhan anlaşılır. Bu ma‘nânın anlaşılması için de háricî bir karîneye ihtiyâc yoktur. Zâten bedîhîdir. Fakat, âyet-i kerîmenin sevk ve zikri, bu ma‘nâ için değildir. Zîrâ, âyetin sevk ve zikrinden asıl maksad, alış veriş ile fâiz arasındaki benzerliği nefyetmektir. Ya‘nî, “Alış veriş de fâiz gibidir” diyenlerin sözünü reddetmek içindir.
Záhirin Hükmü:
1) Te’vîle kábildir. Ya‘nî, záhirî ma‘nâsı değil, başka bir ma‘nâ murâd edilebilir. Meselâ, âyetin záhirî ma‘nâsı umûmî iken, belli ferdlere tahsís edilebilir. Mutlak iken belli kayıtlarla takyîd edilebilir. Hakíkí ma‘nâsı değil, mecâzî ma‘nâsı da kasd edilebilir.
2) Lafzın bildirdiği záhirî ma‘nânın dışında başka bir ma‘nânın kasd edildiğine dâir bir delîl yoksa, o záhirî ma‘nâ ile amel etmek vâcibdir. Ya‘nî, lafzın záhirî ma‘nâsı umûmiyyeti bildiriyorsa, bütün ferdlere teşmîl edilir. Eğer o lafzın mecâz ma‘nâsında kullanıldığına dâir bir karîne ve mecbûriyyet yoksa, sâdece hakíkí ma‘nâsında kullanılır. Fakat, ba‘zı karîneler varsa, tahsís ve mecâz da kullanılabilir. Meselâ; “Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı”[31] âyet-i kerîmesinin ifâde ettiği ma‘nâ, záhiren bütün alış verişin nev‘lerini ihtivâ etmektedir ve bütün alış veriş nev‘lerinin helâl olduğunu bildiriyor. Fakat, hadîslerle, şarabın satışı ve dînde harâm olan ba‘zı bey‘ler (satışlar) ile bu umûmî ma‘nâ tahsís edilmiştir.
3) Peygamber (asm) zamânında neshi kabûl eder, ondan sonraki asırlarda ise neshi kabûl etmez.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan İkincisi: “Nass”dır. Istılâhda; sevk edildiği ma‘nâya delâlet eden lafızdır. Ya‘nî, lafız ve kelime záhiren o ma‘nâyı bildirir ve bu ma‘nâyı bildirmekte dışardan bir emr-i háricîye ihtiyâc yoktur. Bi-zâtihî o kelime ve o cümle, o ma‘nâyı vâzıhan bildirir ve o kelâmın sevk ve zikri, o ma‘nâ içindir.
Meselâ; záhir ma‘nâ için
örnek olarak zikrettiğimiz gelecek âyet-i kerîme, aynı ânda nassa da örnektir.
Şöyle ki:
وَاَحَلَّ الله
الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرّبوا “Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm
kıldı.”
Bu âyet-i kerîme, záhirî ma‘nâ ile, Cenâb-ı Hakk’ın alış verişi helâl, fâizi ise harâm kıldığını bildiriyor. Bu ma‘nâyı bildirmesi cihetiyle bu kelâm záhirdir.
Âyet-i kerîme, aynı ânda alış veriş ile fâizin bir olmadığını açık ifâde ile bildiriyor ve kelâmın sevk ve zikri de bu maksad içindir. Zîrâ, bu âyet-i kerîmenin sevk ve zikri, “Alış veriş de ribâ gibidir” diyenlere bir cevâb ve red içindir. Bu ma‘nâyı bildirmesi cihetiyle ise bu kelâm nassdır.
Nassın Hükmü:
1. Te’vîli kabûl eder.
2. Sâdece Resûl-i Ekrem (asm) zamânında neshi kabûl eder.
3. Lafzın bildirdiği záhirî ma‘nânın dışında başka bir ma‘nânın kasdedildiğine dâir bir delîl yoksa, o nass ile amel etmek vâcibdir.
Záhir ile nass arasındaki fark:
1. Nassın ma‘nâya delâleti záhirden daha vâzıh ve nettir.
2. Kelâmın sevkınden murâd, nassın ma‘nâsıdır. Záhir ise; tebeí olarak kabûl edilir.
3. Nassın te’vîle olan ihtimâli, záhirin te’vîle olan ihtimâlinden daha uzaktır.
4. Nass ile záhir arasında bir teáruz ve tenâkuz görüldüğünde, nass tercîh edilir.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan Üçüncüsü: “Müfesser”dir. Müfesser kelimesi; lügatta fesr (keşf) kökünden alınmıştır. Ma‘nâsı: Keşfedilen (anlaşılan) demektir. Istılâhda ise; háricî bir emir ve karîne olmaksızın bi’z-zât mufassal bir ma‘nâya delâlet eden, herhangi bir te’vîle ihtimâli olmayan ve nassdan daha vâzıh olan lafza denir. Meselâ:
وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكينَ كَآفَّةً كَمَا
يُقَاتِلُونَكُمْ كَآفَّةً
Hem meselâ,
وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ
يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَآءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً
“Hür, bâliğ, akıllı, Müslümân ve zinâ etmemiş kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra bunu isbât için dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun.”[33]Bu âyet-i kerîmede geçen ثَمَانينَ lafzı muayyen bir sayı olduğundan, ziyâde ve noksánlık ihtimâlini kabûl etmediği için, müfesser bir lafız kabûl edilir.
Kezâ, Kur’ân’da namâz, zekât, hac gibi mücmel (kapalı) olarak zikredilip Peygamberimizin sünneti ile kat‘í ve net bir tafsílâtla icmâlliği izâle edilen lafız ve kelimeler de müfesserdir ve bunlar te’vîle kábil değildir.
Müfesserin Hükmü:
1. Tefsîr edildiği şekilde onunla amel etmek vâcibdir.
2. Nesh olunabilir ahkâmdan ise; Resûl-i Ekrem (asm) zamânında nesh ihtimâli olabilir. Fakat, Peygamberimizin vefâtından sonra nesh olmaz.
3. Müfesserin, záhir ve nassa nisbetle vuzúh-i delâleti daha kuvvetlidir.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan Dördüncüsü: “Muhkem”dir. Lügatta; “sağlamlaştırılmış” demektir. Şer‘í ıstılâhda ise; te’vîl ve neshe kábil olmayıp müfesserin ma‘nâya delâletinden daha kuvvetli bir tarzda kendi nefsiyle ma‘nâya delâlet eden lafızdır.
Muhkem; ya tabîatıyla tebdîl ve tağyîri kabûl etmez. Elláh’a, âhiret gününe, peygamberlere îmân etmeyi, zulmün harâm, adâletin ise vâcib olduğunu bildiren âyetler gibi.
Veyâ tabîatıyla tebdîl ve
tağyîri kabûl ettiği hâlde; onun nesh ihtimâlini nefyeden háricî bir karîne ile
desteklenmiştir. Meselâ:
وَلاَ
اَنْ تَنْكِحُوا اَزْوَاجَهُ مِنْ بَعْدِه اَبَدًا اِنَّ ذلِكُمْ كَانَ عِنْدَ
اللهِ عَظيمًا
“Kendisinden sonra Peygamberin hanımlarını nikâhlamanız ebedî olarak size helâl olmaz. Çünkü, bu, Elláh katında büyük bir günâhtır”[34] âyeti gibi. Bu âyet-i kerîmede geçen Hazret-i Peygamber (asm)’ın hanımlarıyla evlenmemenin hükmü, tabîatıyla tağyîr ve tebdîli, ya‘nî Cenâb-ı Hak tarafından neshi kabûl edebilir. Ancak اَبَدًا kelimesi ile bu nesh ihtimâli kaldırılmış. Hazret-i Peygamberin hanımlarıyla ebedî olarak evlenmenin harâm oluşu tesbît edilmiştir.
Hem meselâ;
الجهاد ماض الى يوم القيامة
“Şer‘í cihâd, kıyâmete kadar devâm edecektir”[35] hadîs-i şerifinde,
cihâdın farz olarak devâm edeceği ifâde ediliyor. Bu ifâde, tabîatıyla tağyîr
ve tebdili, ya‘nî Cenâb-ı Hak tarafından neshi kabûl edebilir. Ancak, الى يوم القيمة lafzı ile bu nesh ihtimâli kaldırılmış, kıyâmete kadar cihâdın
devâm edeceği tesbît edilmiştir.
Muhkemin Hükmü:
1. Kat‘í olarak neye delâlet ediyorsa, onunla amel etmek vâcibdir.
2. Başka bir ma‘nânın ondan irâde edilme ihtimâli yoktur.
3. Nesh, te’vîl ve ibtáli kabûl etmez.
İKİNCİ KISIM
DELÂLETİ VÂZIH VE
BEDÎHÎ OLMAYAN LAFIZLAR
Bir kelime ve bir lafzın
delâlet ettiği ve gösterdiği ma‘nâ hafî ve gizlidir. Ya‘nî, o ma‘nâ o lafızdan
záhiren anlaşılmıyor. Ancak, o ma‘nânın o lafızdan anlaşılması için, o lafzın
dışında háricî bir emir ve karîne olması lâzımdır. Bunun da mertebeleri vardır.
En yükseği “müteşâbih”, ondan azı “mücmel”, sonra “müşkil”,
sonra da “hafî” gelmektedir. Şimdi bunları birer birer îzáh
edeceğiz.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Birincisi: “Hafî”dir. Ma‘nâya delâleti záhir olan, bununla berâber ba‘zı efrâdının ma‘nâya mutâbakatında gizlilik olup teemmüle ihtiyâc duyulan lafızdır. Ya‘nî, o lafzın o ma‘nâya delâleti záhirdir. Ancak, o ma‘nânın bütün ferdlere şâmil olup olmadığı husúsunda bir kapalılık vardır. O kapalılığın anlaşılması için düşünmeye ihtiyâc vardır.
Meselâ: Peygamberimiz (sav)
buyurmuşlar ki:
لا يرث القاتل
Hadîs-i şerîfte geçen القاتل lafzı, záhiren hem amden (bilerek), hem de hatáen (bilmeyerek) katli işleyene şâmildir. Bu sözün “Bilerek katli işleyeni” bildirmesi ve ona delâlet etmesi bedîhî ve záhirîdir. Ammâ, “hatáen o işi işleyene” şâmil gelmesinde bir kapalılık vardır. Bu kapalılığa göre, fakíhler değişik re’yler beyân etmişlerdir. Ba‘zı fakíhlere göre, hatáen öldüren de bu hadîsin hükmüne girer. Ba‘zı fakíhlere göre ise, hatáen adam öldüren bu hadîsin hükmüne dâhıl olmaz. (Demek, hafîde ictihâd kábildir.)
Hafînin hükmü: Gizlilik ve kapalılığa sebeb olan nesneye nazar ve teemmül lâzımdır. Bu nazar ve teemmül netîcesinde o nesnenin bütün o efrâda şâmil geldiğine kanâat hâsıl olursa, onun hükmüyle amel edilir. Ba‘zı efrâda şâmil gelmediğine kanâat getirilirse, ona göre hükmedilir. (Bunu da yapacak müctehidlerdir.)
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan İkincisi: “Müşkil”dir.
Bu, bi’z-zât lafzında bulunan bir sebebden veyâ başka bir nassla
karşılaşmasından dolayı ma‘nâsı kapalı olan bir ifâdedir.
Hafî ile müşkil arasındaki fark şudur: Hafîdeki kapalılık bi’z-zât lafızdan değil, lafzın tatbîk sâhasının şümûlünden gelmektedir. Buna göre, hafîden kasd edilen şey, önce bilinmektedir. Müşkildeki kapalılık ise, nassların bi’z-zât lafzından doğmaktadır. Bununla ne kasd olunduğu önceden bilinemez; ancak háricî bir delîl ile anlaşılır.
Müşkil için müşterek (çok ma‘nâlı) kelimeleri misâl olarak verebiliriz. Bu kelimeler, iki üç ma‘nâyı ifâde eder. Meselâ; “ayn” kelimesi, görme uzvumuz olan “göz” ma‘nâsına geldiği gibi, “pınar” ma‘nâsına da gelir; “mâhiyyet” ve “câsûs” ma‘nâlarında da kullanılır. Bu biribirine zıt ma‘nâları bir kullanışta birleştiremeyiz. Ancak ayrı ayrı kullanışlarla bu ma‘nâlar kasd olunabilir. “Ayn” sözünün bu ma‘nâlardan hangisine delâlet ettiğini, ya cümlenin gelişinden (siyâk’tan) veyâ háricî bir delîlden anlayabiliriz. Siyâk’a misâl olarak: “Ordunun durumunu anlamak için uyûn’u her tarafa yaydım” cümlesini zikredebiliriz. Buradaki uyûn, câsuslar ma‘nâsında kullanılmıştır ve bunu cümlenin gelişi göstermektedir. Yine Kur’ân’daki:
وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا “Onların gözleri vardır; fakat onunla görmezler”[36] âyetinde geçen, اَعْيُنٌ kelimesi de siyâk’tan anlaşıldığına göre, duyu organı olan gözlerdir.
Ba‘zan müşterek lafzı anlamak için başvurulan siyâk değil, háricî bir delîl olabilir. Eğer bu háricî delîl nass ise, onun ma‘nâsı üzerinde pek ihtilâf çıkmaz; nass değilse onun ma‘nâsı üzerinde geniş ihtilâflar (ictihâdlar) doğar.
Fakíhlerin, tefsîrinde ihtilâfa düştükleri müşterek lafızlardan birisi
de şu âyet’tir:
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلثَةَ قُرُوءٍ “Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç kurû’ beklerler.”[37] Bu âyet-i kerîmede geçen قُرُوءٍ kelimesi hem “hayz” (ay hâli), hem de “tuhr” (iki ay hâli arasındaki temizlik) ma‘nâlarına gelmektedir. Bu sebeble, Hanefîler, bu âyette geçen قُرُوءٍ kelimesini ay hâli (hayz) diye, Şâfiíler de iki ay hâli arasındaki temizlik müddeti diye tefsîr etmişlerdir. (Demek, müşkil de ictihâd mahallidir.)
Müşkilin Hükmü: Karîne ve delîlleri araştırıp o müşkilden murâdın ne olduğu anlaşıldıktan sonra onunla amel edilir, yoksa ictihâd edilir.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Üçüncüsü: “Mücmel”dir. Bu, ma‘nâsında bir kaç hâl ve hükmü ihtivâ eden, ancak bir müfessir (açıklayıcı) ile anlaşılabilen nass’dır. Pezdevî, “Usûl”ünde mücmeli şöyle ta‘rîf eder: “Mücmel, kendisinde ma‘nâlar izdihâm eden, ne kasd edildiği ibâresinden anlaşılamayacak derecede muğlâk olan, tefsîr ve araştırmaya ihtiyâc gösteren şeydir.”
Bu ta‘rîften, “mücmel, müşkil ve hafî” arasındaki fark
anlaşılmış oluyor. Demek ki, mücmelin tafsílâtı kendi lafzından ve mücerred
fıkhî ictihâdla anlaşılamaz. Mücmeli anlamak, onun çeşitli şekillerini ve cüz’î
mes’elelerini kavramak için bir müfessire (açıklayıcıya) ihtiyâc vardır.
Kur’ân’ın teklîfî hükümlerle ilgili ibârelerinin çoğu mücmeldir. Bunları
bize sünnet açıklamıştır. Meselâ; namâz, mücmel olarak emredilmiş; “Sünnet”
onu hem fiilî, hem de kavlî bir şekilde açıklamıştır. Hazret-i Peygamber (sav),
“Namâzı, ben nasıl kılıyorsam siz de öylece kılın”[38] buyurmuştur.
Hac da böyledir. Peygamber (sav), “Hac ile ilgili ibâdetlerinizi benden
alınız”[39] buyurarak
onu açıklamıştır. Zekât ve alım-satım da mücmel olarak bildirilmiş, sonra
sünnet tarafından tam olarak açıklanmıştır.
Kezâ, suçlarla ilgili bir kısım hükümler de icmâlî bir şekilde zikredilmiştir. Meselâ; Kur’ân, diyet gerektiğini bildirmiş; “Sünnet” de bunun mikdâr ve şekillerini genişçe anlatmıştır. Yine Kur’ân, yaralar için kısás icab ettiğini haber vermiş; “Sünnet” ise bu yaraların hükümlerini, ne zamân tam kısás ve ne zamân nâkıs kısás, ya‘nî diyet gerektiğini beyân etmiştir.
Böylece, Kur’ân’ın mücmel olan her ifâdesini Sünnet açıklamış ve onun kapalı bir tarafını bırakmamıştır.
Evet, Kur’ân nass’larının tefsîre muhtâc olan kısımları vardır. Bunları Peygamber (sav), âhirete irtihâlinden önce açıklamıştır. Hazret-i Peygamber’in açıklamadığı teklîf bildiren hîç bir Kur’ân nassı yoktur. O, bunları ya fiiliyle veyâ sözüyle açıklamıştır.
Mücmelin Hükmü: Mücmel, Şâri‘ tarafından vâfî bir tarzda beyân ve îzáh edilmişse, o zamân müfesser hükmüne geçer ki; bu durumda onunla amel etmek vâcib olur.
Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Dördüncüsü: “Müteşâbih”tir. Müteşâbih: Ma‘nâsı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan, Kitâb ve Sünnette tefsîrine rastlanılmayan ve ma‘nâsı Elláh’a havâle edilen nass’dır. Burada şu iki husúsu beyân etmek gerekir:
1) Kur’ân’da müteşâbih vardır. Çünkü, Elláh Teálâ şöyle buyurmuştur:
هُوَالَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ
اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ
زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَآءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَآءَ
تَأْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَأْويلَهُ اِلاَّ الله وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ
يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبّنَا وَمَا يَذَّكَّرُاِلاَّ اُولُوا
اْلاَلْبَابِ
“O Elláhu Teálâ ki, ey
Resûl-i Ekrem! Senin üzerine Kur’ân’ı inzâl etti. O Kur’ân’dan ba‘zıları muhkem
âyetlerdir ve o âyetlerin ahkâmı açıktır, helâl ve harâmı beyân husúsunda
kendileriyle amel olunur. Onlar (muhkem
âyetler) Kitâbın (Kur’ân’ın) aslı ve
anasıdırlar. O Kur’ân’dan diğer âyetlerin ise elfâzı biribirine benzer ve
ma‘nâsı açık değildir.
“Kur’ân’ın âyetleri iki kısım olup biri muhkem diğeri müteşâbih olunca, şu kimseler ki, kalblerinde bâtıla meyil vardır, onlar insânlar arasına fitne koymak ve i‘tikádlarını ifsâd eylemek ve arzûlarına muvâfık bir súrette te’vîlini taleb etmek için Kur’ân’dan müteşâbih olan âyetlere ittibâ‘ eder ve kalblerinde olan fesâda binâen muhkemâtı terk ederler. Hâlbuki, insâna lâzım olan; muhkem olan âyetlerle amel eylemek ve müteşâbihâta îmân etmektir. O müteşâbihâtın te’vîlini ancak Elláhu Teálâ bilir ve ilminde sebâtı ve rüsûhu olan álimler de, ‘Biz bu Kur’ân’a îmân ettik. Zîrâ, cümlesi bizim Rabbimiz tarafındandır’ derler. Bu Kur’ân’ın ma‘nâsını ancak akıl sáhibleri düşünür.”[40]
Bu nass karşısında álimler, Kur’ân’da müteşâbih bulunduğunda ittifâk etmişlerdir. Ancak, müteşâbihin nerelerde olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İbn-i Hazm; sâdece Kur’ân’ın sûre başlarındaki hurûf-i mukattaa ile “Kıyâmet gününe yemîn ederim”[41] ve “Kasem olsun Güneş’e ve onun aydınlığına, ona tâbi‘ olduğu zamân Ay’a”[42] âyetleri gibi kasem bildiren lafızların müteşâbih olduğunu söyler.
Bir kısım ulemâ da, İbn-i Hazm’ın ileri sürdüğü bu müteşâbihlerin yanında, Elláh’ı sonradan yaratılmışlara (havâdîse) benzeten âyetleri (Elláh’ın elinden ve yüzünden bahseden âyetler[43] gibi) de müteşâbih sayarlar.
2) Teklîf ihtivâ eden ve
İslâm şerîatinin esâs hükümlerini bildiren âyetler aslâ müteşâbih değildir;
bunların hepsi, ya kendiliğinden veyâ Peygamber (sav)’in beyânı sâyesinde ap
açıktır. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sav), “Sizi, gecesi gündüzü gibi aydınlık olan bir
yol üzerinde bıraktım”[44] buyurmuştur.
Zâten teklîf ifâde eden nassların açık olmaması veyâ açıklanmamış olması
imkânsızdır.[45]
5. İCTİHÂDIN CÂİZ OLUP OLMADIĞI KONULAR
“Her hükm-i şer‘í, ictihâda mahal olamaz. Onun için, ba‘zı usûl-i fıkıh ulemâsı bu husústa şöyle derler:
“İctihâdın câiz olduğu mes’ele, hakkında kat‘í delîl bulunmayan ahkâm-ı şer‘ıyyedir. Hakkında kat‘í delîl bulunan ahkâm-ı şer‘ıyyede ise ictihâd ve ihtilâf olamaz. Namâz ve orucun farzıyyeti, zinânın harâmiyyeti gibi. Bunlar, hakkında kat‘í nass bulunan ve câhil ve álim herkesin bildiği şer‘í mes’elelerdir. Hakkında delâleti veyâ sübûtu kat‘í nass bulunmayıp, delâleti veyâ sübûtu zannî olan nasslarda ise ictihâd yapılabilir.”[46]
6. İCTİHÂDLARDAKİ
İHTİLÂFIN HİKMETİ NEDİR?
Müctehidlerin
ictihâdlardaki farklılıkları, -hâşâ- Kur’ân ve Hadîs açıkça anlaşılmadığından,
müctehidlerin farklı görüşler ileri sürmelerinden değildir. Bilakis, bu
ihtilâf, Kur’ân’ın yedi vech-i i‘câzından biri olan câmiıyyetinden
kaynaklanmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân bütün asırlarda, meşreb ve
meslekleri muhtelif olan beşerin bütün tabakátına hıtáb eden ve her husústa
onlara hidâyet ve yol gösteren bir hutbe-i ezeliyye olduğundan; lafzında, ma‘nâsında,
ilminde, mebhasinde ve üslûbunda háriku’l-áde bir câmiıyyet göstermiş ve pek
çok ayrı ayrı ma‘nâları ihtivâ eden vücûh ve ihtimâlleri ihtivâ etmiştir. İşte,
müctehidlerin ictihâdları, ahkâm âyetlerinin gösterdikleri ayrı ayrı vücûh ve
ihtimâllere dayanmaktadır. Âyetlerdeki bütün o ihtimâller, Kur’ân’ın murâdı ve
maksúdu olduğundan, elbette bütün o ictihâdlar dahi haktır ve doğrudur.
Kur’ân’ın şu vech-i i‘câzını, ya‘nî câmiıyyetini, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri
“Yirmi Beşinci Söz”de isbât etmiş ve o eserde şöyle buyurmuştur:
“Eğer desen: ‘Geçmiş
misâllerdeki bütün ma‘nâları, nasıl bileceğiz ki, Kur’ân onları irâde etmiş ve
işâret ediyor?’
“Elcevâb:
Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak,
asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün Benî Âdem’e hıtáb ediyor,
ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhâma göre müteaddid ma‘nâları derc edip
irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz‘ edecektir.
“Evet, ‘İşârâtü’l-İ‘câz’da,
şuradaki ma‘nâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyyenin müteaddid ma‘nâlarını ilm-i
Sarf ve Nahv’in káideleriyle ve ilm-i Beyân ve fenn-i Maánî’nin düstûrlarıyla,
fenn-i Belâgat’in kánûnlarıyla isbât edilmiştir. Bununla berâber, ulûm-i
Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak şartıyla ve fenn-i Maánî’ce
makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olan bütün vücûh ve
maánî, ehl-i ictihâd ve ehl-i tefsîr ve ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i
usûlü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur’ân’ın
ma‘nâlarındandırlar. O ma‘nâlara, derecelerine göre birer emâre vaz‘
etmiştir; ya lâfziyyedir, ya ma‘neviyyedir. O ma‘neviyye ise, ya siyâk veyâ
sibâk-ı kelâmdan veyâ başka âyetten birer emâre, o ma‘nâya işâret eder. Bir
kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkíkler tarafından
yazılan yüz binler tefsîrler, Kur’ân’ın câmiıyyet ve hárikıyyet-i lâfziyyesine
kat‘í bir bûrhân-ı bâhirdir.”[47]
Üstâd Hazretlerinin
burada beyân ettiği gibi, şu ayrı ayrı ma‘nâların doğru olması için, onların
ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olması ve fenn-i Maánî’ce
makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olması şarttır. Yoksa,
kişinin kendi hevâsına ve fikrine göre verdiği ma‘nâlar merdûddur ve
dalâlettir. Hadîs-i şerifte, “Kim, Kur’ân hakkında kendi re’yiyle
konuşursa, ateşte oturacağı yeri hâzırlasın”[48]
buyrulmuştur.
Hem yine Üstâd’ın
yukarıda beyân ettiği gibi, o ayrı ayrı ihtimâllerin her birine Kur’ân’ın ya
lafzen veyâ ma‘nen birer emâre ve karîne vaz‘ etmesi isbât ediyor ki; bütün o
muhtelif ma‘nâlar Kur’ân’ın murâdıdır. O hâlde, o vücûh ve ihtimâllere istinâd
eden bütün ictihâdlar da haktır ki, ehl-i ictihâd, ehl-i tefsîr, ehl-i
usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkıh bütün bu ma‘nâların Kur’ân’ın murâdı
olduğunda icmâ‘ ve ittifâk etmişler ve bi’l-fiil aralarında vâkı‘ olan
ihtilâfla şu husústaki ittifâklarını göstermişlerdir.
Hak ictihâdlardaki
ihtilâfın sırr-ı hikmeti ve vech-i rahmetini anlamak ve fürûátta hakkın nasıl
taaddüd ettiğini, ya‘nî birden fazla hakkın olduğunu fehmetmek için şu esâsa
dikkat etmek lâzımdır:
Üstâd Bedîuzzamân’ın
pek çok yerde, husúsan “Yirmi Dokuzuncu Söz”de îzáh ettiği üzere,
kâinâtta hakíkatler iki kısımdır. Biri: Hakíkí hakíkatler. Diğeri:
Nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. Şu kánûn, Fâtır-ı Zü’l-Celâl’in fıtrî bir
kánûnudur. Álemde hîç bir şey, diğer eşyâdan ayrı ve müstakil değildir. Her
şeyin pek çok eşyâ ile bir nev‘í münâsebeti vardır ki, şu ayrı ayrı
münâsebetlerden nisbî ve i‘tibârî hakíkatler tevellüd etmektedir. O hâlde, her
bir şeye mahzá güzel veyâ mahzá çirkin demek yanlıştır. Çünkü, güzellik
tenâsübden çıkar. Üstâd’ın “Muhâkemât”ta dediği gibi, bir zirâ‘
kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur!
Fakat, bir insânın yüzüne takılsa ve yüzüyle münâsebetine bakılsa, izáfî olarak
çirkin görülecektir.
İşte, fıtratın şu
káidesine uygun olarak, şerîat-ı İslâmiyye de iki kısım üzerine nâzil olmuştur:
Birisi: Muhkemât-ı şerîattır ki;
bunlar hakíkí hakíkatlerdir. Hîç bir zamân ve zemînde değişmezler ve kábil-i
ictihâd değildirler.
Diğeri: Muhkem olmayan nazariyyâttaki
ahkâmdır ki; bunlar nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. Kişilerin maddî ve ma‘nevî
durumları, hayât tarzları gibi pek çok şartlarla mukayyed olan i‘tibârî
hakíkatlerdir. İşte, müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdları, şu şartlarla mukayyed
olan nisbî ve izáfî hakíkatlere bakmaktadır.
Velhâsıl: Muhkemât-ı şerîat mutlak
hakíkatlerdir. İctihâdlar ise mukayyed ve meşrût hakíkatlerdir. Ta‘bîr-i
diğerle, muhkemât-ı şeriat, küllî kánûn ve káidelerdir. İctihâdlar ise, şu
küllî káidelerin cüz’í ve müşahhas hâdiseler üzerine tatbîkıdir ki, bu noktadan
ictihâdlarda izáfiyyet ve nisbîlik vardır. O hâlde, muhkemât-ı şerîatın dâiresi
içinde olmak ve ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak ve fenn-i
Maánî’ce makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olmak
şartıyla, bütün o ayrı ayrı ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir.
Nefsü’l-emirde birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Yalnız, o ictihâdın şartları
mîzâcına uyan kimse, başkalarını hatáya isnâd etmeden, nisbî olarak kendi
mezhebini diğerlerinden daha güzel bulabilir ve öyle görmesi de şarttır. Çünkü,
o ictihâd, o şartlar altında en güzelidir. İşte, daha güzel olmak ve daha hak
olmak, izáfî ve şartlarla mukayyed bir hakíkat olduğundan, burada ihtilâf
elbette olacaktır ve hepsi de haktır. İşte, Üstâd’ın, “Hakta ittifâk, ehakta
ihtilâftır”[49] sözünün
ma‘nâsı budur.
Mâdem ictihâdlar,
nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. O hâlde, Ehl-i Sünnet dâiresi içinde bir mezheb
sáhibi kendi mezhebine, “Haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat, “Hak
yalnız benim mesleğimdir ve güzel olan yalnız benim mezhebimdir” diyemez.
Şu anlattığımız
hakíkatleri, İmâm-ı Şa‘rânî “Mîzânü’l-Kübrâ” isimli eserinde,
İmâm-ı Gazâlî de “Mustasfâ” isimli eserinde gáyet geniş bir
súrette îzáh ve isbât etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri de “Risâle-i
Nûr”da muhtelif yerlerde bu konuyu beyân etmiştir. Ezcümle, mevzú‘muzu
teşkîl eden ve daha önce “Lemaát”tan iktibâs ettiğimiz şu
cümlelerdir.
“İslâmiyyet,
selm ve müsâlemettir; dâhılde nizâ‘ ve husúmet istemez.
“Ey Álem-i
İslâmî! Hayâtın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düstûrun bu olmalı: ‘Hüve’l-hakku’
yerine ‘hüve hakkun’ olmalı; ‘hüve’l-hasen’ yerine ‘hüve’l-ahsen’
olmalı.
“Her Müslim kendi
meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları
güzelse, benim en güzelidir.’
“Dememeli: ‘Budur
hak; başkaları battâldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem
çirkindir.’
“Zihniyyet-i
inhisâr, hubb-i nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ‘ ondan çıkıyor.
“Dert ile
dermânlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüu
hak olur; hak da tenevvü‘ eder.
“İsti‘dâd,
terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem
zehir ve hem panzehir.
“İki mîzâca göre
mesâil-i fer‘íde hakíkat sâbit değil; izáfî ve mürekkeb. Mükellefîn mîzâclar,
“Ona bir hisse
verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sáhibi mühmel mutlak
hükmeder.
“Mezhebinin
hudûdu ta‘yînini bırakır temâyül-i mîzâca. Taassub-i mezhebî ta‘mîme sebeb
olur.
“Ta‘mîmin
iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyyetten evvel tabakát-ı beşerde derin
uçurumlar,
“Hem tebâud-i
acîbi istedi bir vakitte taaddüd-i enbiyâ, tenevvü-ı şerâyi‘, müteaddid
mezhebler.
“Beşerde bir
inkılâb İslâmiyyet yaptırdı, beşer tekárüb etti, şer‘ etti ittihâd, vâhid oldu
peygamber.
“Seviye bir
olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zamân, ittihâd eder
mezhebler.”[50]
“Münâzarât”ta
ise bu mevzúu şöyle anlatmıştır:
“Bence taklîdin
temelini atıp ihtilâfâtı çıkarmakla; ‘Mu‘tezile, Cebriyye, Mürcie, Mücessime’
gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyyetten intâc eden, mesâil-i dîniyyedeki
istibdâd-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde ‘mukayyed’ olan şeyde ‘ıtlâk’tır.”[51]
“S - Álem-i
İslâm’ın ulemâsının ortalarındaki müdhiş ihtilâfâta ne dersin? Re’yin nedir?
“C - Ben Álem-i
İslâmiyyete gayr-ı muntazam veyâ intizámı bozulmuş bir meclis-i meb‘úsân ve
encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şerîattan işitiyoruz ki, re’y-i cumhûr
budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu; bu meclisteki re’y-i ekseriyyetin
nazíresidir. Re’y-i cumhûrdan maadâ olan akvâl, eğer hakíkat ve mağzdan hálî ve
boş olmazsa, isti‘dâdâtının re’ylerine bırakılır. Tâ, her bir isti‘dâd,
terbiyesine münâsib gördüğünü intiháb etsin. Lâkin, burada iki nokta-i mühimme
vardır.[52]
“Birincisi:
Şu isti‘dâdın meyelânı ile intiháb olunan ve bir derece hakíkati tazammun eden
ve ekalliyyette kalan ‘kavl’, nefsü’l-emirde mukayyed ve o isti‘dâd ile
mahsús olduğu hâlde; sáhibi ihmâl edip mutlak bıraktı. Etbâı iltizâm edip
ta‘mîm etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muháliflerin hedmine çalıştılar.
Şu noktadan müsádeme, müşâğabe, cerh ve red o derece meydân aldı ki; ayakları
altından çıkan toz ve ağızlarından feverân eden duman ve lisânlarından püsküren
berkler, şimşekli ve ba‘zan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyyetin tecellîsine
bir hicâb teşkîl etmiştir. Lâkin, ziyâ-yı şemsten tefeyyüz etmesine isti‘dâd
bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyâyı
dahi men‘ etmektedir.
“İkinci nokta:
Ekalliyyette kalan ‘kavl’, eğer içindeki hakíkat ve mağz, onu intiháb eden
isti‘dâdlardaki heves ve hevâ veyâ mevrûs taassub ve mîzâcına galebe çalmazsa;
o ‘kavl’ bir hatar-ı azímde kalır. Zîrâ, isti‘dâd onunla insibâğ edip
onun muktezásına inkılâb etmek lâzım iken; o onu kendine çevirir ve telkíh
eder, kendi emrine musahhar eder. İşte, şu noktadan hüdâ hevâya tahavvül, ve
mezheb mîzâcdan teşerrüb eder.”[53]
Hem “Yirmi
Yedinci Söz”de mezheb ihtilâfının hikmetlerini şöyle anlatmıştır:
“Asırlara göre
şerîatler değişir. Belki, bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatler,
peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hátemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şerîat-i
kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelif şerîatlere ihtiyâc
kalmamıştır. Fakat, teferruátta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyâc
kalmıştır.
“Evet, nasıl ki,
mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzâclara göre ilâclar tebeddül
eder. Öyle de, asırlara göre şerîatler değişir; milletlerin isti‘dâdına göre
ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer‘ıyyenin teferruát kısmı, ahvâl-i
beşeriyyeye bakar, ona göre gelir, ilâc olur.
“Enbiyâ-yı sâlife
zamânında tabakát-ı beşeriyye biribirinden çok uzak ve seciyyeleri hem bir
derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyyete yakın olduğundan; o
zamândaki şerîatler, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir.
Hattâ, bir kıt‘ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şerîatler bulunurmuş.
Sonra, Âhirzamân Peygamberinin gelmesiyle, insânlar gûyâ ibtidâî derecesinden
i‘dâdiyye derecesine terakkí ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtla akvâm-ı
beşeriyye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şerîatle
amel edecek vaz‘ıyyete geldiğinden; ayrı ayrı şerîate ihtiyâc kalmamıştır, ayrı
ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat, tamâmen bir seviyeye gelmediğinden
ve bir tarz-ı hayât-ı ictimâıyyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir.
Eğer, beşerin ekseriyyet-i mutlakası, bir mekteb-i álînin talebesi gibi bir
tarz-ı hayât-ı ictimâıyyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd
edilebilir. Fakat, bu hâl-i álem o hâle müsâade etmediği gibi, mezâhib de bir
olmaz.
“Eğer desen: ‘Hak
bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?’
“Elcevâb:
Bir su, beş muhtelif mîzâclı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki:
Birisine, hastalığının mîzâcına göre su ilâcdır; tıbben vâcibdir. Diğer
birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona harâmdır. Diğer
birisine az zarar verir; tıbben ona mekrûhtur. Diğer birisine zararsız menfaat
verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir;
âfiyetle içsin, tıbben ona mübâhtır. İşte, hak burada taaddüd etti. Beşi de
haktır. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilâcdır, yalnız vâcibdir, başka
hükmü yoktur?’
“İşte bunun gibi,
ahkâm-ı İlâhiyye, mezheblere hikmet-i İlâhiyyenin sevkıyle ittibâ‘ edenlere
göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.
Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensîbiyle İmâm-ı Şâfií’ye ittibâ‘ eden,
ekseriyyet i‘tibârıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın
olup, cemâati bir tek vücûd hükmüne getiren hayât-ı ictimâıyyede nâkıs
olduğundan, her biri bi’z-zât dergâh-ı Kádıu’l-Hâcât’ta kendi derdini söylemek
ve husúsí matlûbunu istemek için, imâm arkasında Fâtihâ’yı birer birer
okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı A‘zám’a ittibâ‘ edenler,
ekseriyyet-i mutlaka i‘tibârıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi
iltizâm etmesiyle, medeniyyete, şehirliliğe daha yakın ve hayât-ı ictimâıyyeye
müstaid olduğundan, bir cemâat bir şahıs hükmüne girip bir tek adam umûm nâmına
söyler; umûm, kalben onu tasdîk ve rabt-ı kalb edip, onun sözü umûmun sözü
hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imâm arkasında Fâtihâ okunmaz.
Okunmaması, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
“Hem meselâ,
mâdem şerîat, tabîatın tecâvüzâtına sed çekmekle onu ta‘dîl edip nefs-i
emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle
meşgúl olan Şâfií mezhebine göre, kadına temâsla abdest bozulur, az bir necâset
zarar verir. Ekseriyyet i‘tibârıyla hayât-ı ictimâıyyeye giren, nim-medenî
şeklini alan insânlar ittibâ‘ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvân
abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.
“İşte, bir amele
ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maíşet i‘tibârıyla, ecnebî
kadınlarla ihtilâta, temâsa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin
içine karışmaya mübtelâ olduğundan, san‘at ve maíşet i‘tibârıyla tabîat ve
nefs-i emmâresi meydânı boş bulup tecâvüz edebilir. Onun için, şerîat onların
hakkında o tecâvüzâta sed çekmek için, ‘Abdest bozulur, temâs etme. Namâzını
ibtál eder, bulaşma’ ma‘nevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır.
Ammâ, o efendi, nâmûslu olmak şartıyla, ádât-ı ictimâıyyesi i‘tibârıyla,
ahlâk-ı umûmiyye nâmına, ecnebî kadınlara temâsa mübtelâ değil; mülevves
şeylerle, nezáfet-i medeniyye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için,
şerîat, mezheb-i Hanefî nâmıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat
tarafını gösterip hafîfleştirmiştir. ‘Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz;
hicâb edip kalabalık içinde suyla istincâ etmemenin zararı yoktur; bir dirhem
kadar fetvâ vardır’ der, onu vesveseden kurtarır.
“İşte, denizden
iki katre, sana misâl... Onlara kıyâs et. ‘Mîzân-ı Şa‘rânî’ mîzânıyla,
şerîat mîzânlarını bu súretle muvâzene edebilirsen et.”[54]
Suâl: Eğer Ehl-i Sünnet
dâiresindeki müctehidlerin hepsi de ictihâdlarında hakka isábet ettilerse, “Âlim
ictihâd eder ve ictihâdında hatá ederse ona bir sevâb var, eğer isábet ederse
ona iki sevâb vardır” hadîsinin ma‘nâsı nedir?
Elcevâb: Bu suâle İmâm-ı
Şa‘rânî şöyle cevâb vermektedir:
“Bu hadîsdeki
hatá sözünden murâd, müctehidin o mes’eledeki delîle tesádüf edememe hatásıdır.
Onunla şerîattan çıkılan hatá değildir. Çünkü, şerîattan çıkınca ona sevâb
verilmez. Nitekim, Resûl-i Ekrem (asm), ‘Bizim
emrimize, işimize uygun olmayan her amel merdûddur’ buyuruyor. Şerîatın
sáhibi ona sevâb vardır buyurduğuna göre, hadîs-i şerîfin ma‘nâsının şöyle
olduğu anlaşılır; ‘Âlim ictihâd edip Şâri‘ tarafından bu husústa vârid olan
delîl kendisine isábet ettiyse, ona iki ecir, ya‘nî sevâb vardır. Biri
araştırma ve inceleme sevâbı, diğeri delîle tesádüf etme sevâbıdır. Delîlin
kendisine rastlamayıp sâdece hükmüne tesádüf ederse, ona bir sevâb vardır. O
da, inceleme ve araştırma sevâbıdır.’ Buradaki hatá izáfî olup, mutlak hatá
değildir.”[55]
İmâm-ı Gazâlî de bu
hadîsi şöyle îzáh etmiştir:
“Bu suâle iki
cihetten cevâb verilebilir.
“Birincisi:
Bu hadîs, her müctehidin isábet ettiği konusunda kesin bir delîldir. Zîrâ,
ictihâd eden her müctehid sevâb almaktadır. Eğer müctehid isábet etmemiş
olsaydı, Elláhu Teálâ’nın hükmüne aykırı hüküm veren o hatálı müctehid nasıl
sevâba hak kazanacaktı?
“İkincisi:
Biz hatánın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izáfetle değil; matlûbuna
izáfetle olabileceğini inkâr etmiyoruz. Hâkim, malı hak sáhibine iáde etmeyi
taleb etmektedir. Fakat, bunda hatá etmesi mümkündür. Bu durumda hâkim, taleb
ettiği husús açısından hatá etmiştir. Fakat, Elláh’ın kendisi hakkındaki hükmü
açısından isábet etmiştir. Aynı şekilde, kıble konusunda ictihâd eden kişinin
de hatá ettiği söylenebilir. Bu, kıble konusunda ictihâd eden kişinin taleb
ettiği şeyde, ya‘nî kıbleye isábet etme husúsunda hatá ettiği ma‘nâsına gelir.
Bu kişinin taleb ettiği şeye ulaşması vâcib değildir. Aksine, ona vâcib olan,
taleb ettiği şeyin bulunduğunu zannettiği tarafa yönelmesidir.”[56]
İHTÁR: Müctehidlerin farklı farklı
ictihâdları hakkında ulemâ-yı İslâm iki kısma ayrılmışlardır:
Birinci Táife: Ehl-i tasvîb olan “Musavvibe”dir.
Bunlar, “Bütün müctehidler, hakka isábet etmişlerdir. Fürûátta hak taaddüd
edebilir” diyen álimlerdir. Üstâd Bedîuzzamân da bu görüşü tercîh etmiştir.
İkinci Táife: Ehl-i tahtie olan “Muhattie”dir.
Bunlar, “Elláh ındinde hak olan bir tânedir. Bir mes’elede farklı ictihâd
yapan müctehidlerin yalnız birisi hakka isábet etmiştir. Diğerleri hatádır.
Fakat, bu hatásı affolmuştur” diyen álimlerdir. Bu görüşteki álimler, diğer
müctehidlerin ictihâdlarına aslâ bid‘at ve dalâlet dememektedir. Bunlar, “Sâdece
benim mesleğim haktır” demiyorlar. “Benim mesleğim haktır, hatáya
kábiliyyeti var. Diğerinin de sevâba kábiliyyeti var” diyorlar.
Dolayısıyla,
Üstâd’ın, “ ‘Mesleğim haktır
veyâ daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat, ‘Yalnız hak benim
mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur” sözü her iki táifeye de
şâmildir.
7. ŞU ZAMÂNDA İCTİHÂD KAPISI AÇIK MIDIR?
İctihâd kapısı,
Elláh ve Resûlünün açtığı bir kapı olduğundan, hîç bir kimsenin o kapıyı
kapamaya hakkı ve kudreti yoktur. İctihâd, şerîat-ı İslâmiyyenin canlı ve
hayâtdâr olmasının ve ebediyyetinin bir gereğidir. Fakat, o kapının açık
olması, oradan girmenin mümkün olması ma‘nâsına gelmez. Çünkü, ictihâd
yapılabilmesi için, hem ictihâd yapacak kişide, hem de ictihâdın yapılacağı
zamân ve zemînde bulunması gereken şartlar vardır. Bu şartlar şu ânda mevcûd
olmadığından, o kapıdan girmeye mâni‘ler mevcûddur. Üstâd Bedîuzzamân
Hazretleri bu mevzúu “Yirmi Yedinci Söz”de gáyet güzel bir
şekilde îzáh etmiştir. Oraya havâle edip, burada bir hulâsasını zikrederek
deriz ki;
Bu zamânda hîç bir
kimsenin, -bir mevhibe-i İlâhiyye olmazsa- ictihâd yapabilecek derecede ilmen
ve ma‘nen terakkí etmesi mümkün değildir. Çünkü, bulunduğumuz asır bir cehâlet
asrıdır ve ictihâd derecesinde bir ilme sáhib kişiler bu asırda yoktur. Farazá
öyle bir ilim sáhibi olsa dahi, bid‘atların istîlâ edip şeáir-i İslâmiyye’nin
kaldırıldığı şu zamânda fikirler Kur’ân’ın rûhundan uzaklaştığı, siyâset ve
dünyâ muhabbetiyle zihinler dünyâya müteveccih olduğundan; böyle bir zamânda
ictihâd kapısından girilse, bu, doğrudan doğruya âhirete bakan ve dünyâyı
âhirete bir vesîle yapan ve dünyâya dolayısıyla ve tebeí olarak nazar eden şerîatın
ahkâmını bozup, onu dünyâ hayâtının tahsíline bir vâsıta yapmaya ve şerîatın
mükellefiyyetlerinden kaçmaya ve ahkâm-ı dîniyyede lâubâliyâne harekâta bir
vâsıta olur. Hâlbuki, ictihâd, zühd ve takvâ ile ve Cenâb-ı Hakk’ın bizden
istediğinin ve marziyyâtının ne olduğunu anlamak niyyetiyle yapılabilecek bir
şeydir. Farz-ı muhâl, bu takvâda ve ihlâsta olan ve ictihâd derecesinde bir
ilme sáhib ve şerîatın rûhuna nüfûz edebilen birisi bulunsa da, bid‘aların
istîlâ ettiği ve zarûriyyât-ı dîniyyenin terk edildiği ve şer‘í devletin
olmadığı böyle bir asırda, yeni ictihâdlarla nazariyyât-ı şer‘ıyye ile meşgúl
olmak, dîn-i İslâm’ın muhâfazasına değil, tahrîbine bir kapı açmak demektir.
Elhâsıl, Üstâd
Bedîuzzamân’ın “Yirmi Yedinci Söz”de anlattığı mes’elenin hulâsası
şudur ki: İctihâd şer‘í bir devlette, şeáir-i İslâmiyyenin ve zarûriyyât-ı
dîniyyenin kemâliyle tatbîk edildiği bir zamânda işleyen bir müessesedir.
Devlet-i şer‘ıyyesi bulunmayan Müslümânların bütün himmetlerini zarûriyyât-ı
dîniyyenin ve şeáir-i İslâmiyyenin ikáme ve ihyâsına sarf etmesi, nazariyyâtta
ise mevcûd Ehl-i Sünnet mezheblerinin ictihâdlarına kanâat edip onların
muhâfazasına sarf etmesi lâzımdır. İnşâelláh ileride şer‘í devlet kurulduğunda,
ictihâd müessesesi o zamân işletilebilir. Zâten bir devletin tam ma‘nâsıyla
şer‘í olabilmesi için baştaki halîfenin ve her şehirdeki vâlî, kádí ve
müftîlerin müctehid olması lâzımdır.
İşte, bu gibi
sebeblerden dolayı, Üstâd Hazretleri “Yirmi Yedinci Söz”de “İctihâd
kapısı açıktır. Fakat, şu zamânda oraya girmeye altı mâni‘ vardır”
demiştir. Ba‘zı álimlerin “İctihâd kapısı kapalıdır” demeleri, ya o
kapıdan girmeye mâni‘ler vardır veyâ o kapıdan girebilecek ehliyyetli kimseler
yoktur ma‘nâsındadır.
8. ŞU ZAMÂNDA HANGİ MEZHEBLERLE AMEL ETMEK CÂİZDİR?
Şu zamânda
kendisiyle amel edilmesi câiz olan dört hak mezheb vardır ki, bunlar İmâm-ı
A‘zám Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm Şâfií ve İmâm Ahmed ibn-i Hanbel’in
mezhebleridir. Gerçi selef-i sálihinde pek çok müctehid imâm vardı ve Ehl-i
Sünnet içindeki hak mezhebler daha fazla idi. Fakat, bu dört mezheb içindeki
müctehid ulemâ, ictihâdları kitâba kaydedildiği için mezhebleri günümüze kadar
geldi. Diğer mezhebler ise ictihâdları kitâblara kaydedilmediği için zamân
içinde ba‘zılarının etbâ‘ları kalmadı ve kayboldu. Ba‘zıları ise mezhebin içine
giren nâ-ehiller tarafından tahrîf edildiklerinden sıhhatleri kalmadı. Mezhebin
imâmına isnâd ile nakledilen ictihâdlar, hakíkaten o imâma mı áiddir, yoksa
sonradan mı mezheb içine sokulmuştur kesin olarak ayırt edilemediğinden,
ulemâ-i İslâm o mezheblerle ameli münâsib görmemişlerdir.
NETîCE-i KELÂM
Üstâd Bedîuzzamân
Hazretleri’nin eserlerinde beyân ettiği, “Sen mesleğini ve efkârını hak
bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veyâ daha güzeldir’ demeye hakkın var.
Fakat, ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur”[57]
ifâdelerinde yer alan “hak”tan murâd; edille-i şer‘ıyye denilen Kitâb,
Sünnet, İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı
Fukahâdır. “Meslek” ta‘bîrinden murâd ise, müctehid ulemânın mesleğidir.
Ya‘nî, edille-i şer‘ıyyeden olan Kıyâs-ı Fukahâdır. Yoksa, günümüzdeki
cemâatler ve onların muhtelif meslekleri değildir.
Ma‘lûm olduğu üzere,
“edille-i şer‘ıyye”, Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı
Fukahâdan ibârettir. Bunlardan Kitâb, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet’te ihtilâf yoktur.
Onun için, bu husústa tek bir meslek vardır. Bu mesleğe muhálefet edenler,
ya‘nî başka mesleklerde gidenler, bid‘at ve dalâlettedirler. Kıyâs-ı Fukahâda
ise, her bir müctehidin Kur’ân ve hadîsden aldığı ayrı bir mesleği vardır. Bu
mesleklerin her biri haktır ve güzeldir. Müctehid olmayan her mü’min, bir
müctehide ittibâ‘ etmek mecbûriyyetindedir. Ya‘nî, müctehid olmayanın meslek ve
fikri olamaz. Bir müctehidin mesleğine ittibâ‘ etmek mecbûriyyetindedir.
Binâenaleyh, Üstâd’ın bu sözünde “meslekten murâd”, müctehidlerin
meslekleridir. Günümüzdeki cemâatleri ve onların mesleklerini kasd
etmemektedir. Zîrâ, “Kur’ân, Hadîs, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”dan
başka meslek yoktur. Bugünkü cemâatlerin meslekleri edille-i şer‘ıyyeye muvâfık
ise haktır, muhálif ise bâtıldır.
(Kaynak: Reddü’l-Evhâm, s. 633-668)
[1]
Mektûbât, 22. Mektûb, 1. Mebhas, 4. Vecih, Birincisi, s. 265.
[2]
Yirminci Lem‘a, İkinci Sebeb, s. 151.
[3]
Sözler, Lemeát, s. 719.
[4]
Rumûz, Mektûbât, Hakíkat Çekirdekleri, s. 475; Hutbe-i Şâmiyye, s. 124.
[5]
Lem‘alar, 13. Lem‘a, 7. İşâret, s. 78.
[6]
Lem‘alar, 13. Lem‘a, 13. İşâret, s. 89.
[7]
Nahl Sûresi, 16:44.
[8]
Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî.
[9]
Mektûbât, 29. Mektûb, 1. Kısım, s.
289.
[10]
El-Vecîz, s. 179.
[11] En‘ám Sûresi, 6:116.
[12]
Yûsûf Sûresi, 12:21.
[13]
İbn-i Mâce, Sünen, c. 2, s. 241 (Fiten : 8).
[14] Mektûbât, 29. Mektûb, 7. Kısım, s. 424.
[15]
Mektûbât, Hakíkat Çekirdekleri,
s. 470.
[16] Nisâ Sûresi, 4:115.
[17]
Haşr Sûresi, 59:2.
[18]
En‘ám Sûresi, 6:38.
[19]
Reddü’l-Evhâm-1.
[20]
El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 316.
[21]
El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 19.
[22]
Nisâ Sûresi, 4:83.
[23]
Haşr Sûresi, 59:2.
[24]
El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 317.
[25]
El-Mustasfâ, İmâm-ı Gazâlî, c. 2, s. 320.
[26]
Nisâ Sûresi, 4:59.
[27]
Sözler, 27. Söz’ün Zeyli, 3. Sebeb, 1. Vecih, s. 491.
[28] Mektûbât, 29. Mektûb, 7. Kısım, s.
467.
[29]
Sünûhât, s. 30.
[30]
Bakara Sûresi, 2:275.
[31]
Bakara Sûresi, 2:275.
[32]
Tevbe Sûresi, 9:36.
[33]
Nûr Sûresi, 24:4.
[34]
Ahzâb Sûresi, 33:53.
[35]
Mecmau’z-Zevâid, c. 1, s. 106; Nasbu’l-Gáye, c. 3, s. 377;
el-Mevsûâtü’l-Etrâfi’l-Hadîsi’n-Nebevî.
[36] A‘râf Sûresi, 7:179
[37] Bakara Sûresi, 2:228.
[38]
Buhárî, Ezân: 18, Edeb: 27, Ahâd- 1.
[39]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 318, 366.
[40]
Âl-i Imrân Sûresi, 3:7.
[41] Kıyâme Sûresi, 75:1.
[42] Şems Sûresi, 91:1, 2.
[43] Feth Sûresi, 48:10; Rahmân Sûresi, 55:27.
[44]
Ebû Dâvûd, Mukaddime, c. 1, s. 6.
[45]
El-Veciz Fî usûli’l-Fıkh, s. 338-352 ve Prof. Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, s.
104-118 adlı eserlerden iktibâs olunmuştur.
[46]
El-Veciz Fî usûli’l-Fıkh, s. 406-407.
[47]
Sözler, 25. Söz, 1. Şu‘le, 2. Şuá‘, 1. Lem‘a, s. 395.
[48]
Buhárî, Müslim.
[49]
Sözler, Lemeát, s. 718.
[50]
Sözler, Lemeát, s. 719.
[51]
Münâzarât.
[52]
Şu iki noktaya dikkat ile kıymet versen, fenâ olmaz.
[53]
Münâzarât.
[54]
Sözler, 27. Söz, Hátime, s. 487.
[55]
Mîzânü’l-Kübrâ, 19. Fasıl.
[56]
El-Mustasfâ, Müctehid Bahsi.
[57]
Mektûbât, 22. Mektûb, 4. Vecih, Birincisi, s. 265.