Bu mes’ele, “Meyve Risâlesi”nin “Dördüncü Mes’elesi”nin şerh ve îzáhı hakkındadır. Bizi bu mes’elenin şerh ve îzáhına sevk eden sebeb; mezkûr ecnebî komitenin bu mes’eleyi sû-i isti‘mâl ederek, Álem-i İslâm’ın hâl-i hâzırda içinde bulunduğu işgál ve zulümlere karşı Müslümânların lâ-kayd kalması gerektiğini telkín etmesi ve bu plânla ba‘zı Müslümânları kendilerine tarafdâr etmeye çalışmasıdır.

Bahsi geçen mes’elede ifâde edildiği üzere, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, İkinci Cihân Harbi ile hîç alâkadâr olmamış ve talebelerini de merâkla bu gibi hâdisâtı ta‘kíb etmekten men‘ etmiştir. İşte o gizli zındıka komitesi bu mes’eleyi serrişte ederek, Müslümânların ve husúsan Risâle-i Nûr talebelerinin Álem-i İslâm’ın hâl-i hâzırda içinde buluduğu işgál ve zulümlere karşı lâ-kayd kalmaları gerektiğini telkín etmektedir. Hâlbuki, yapmış olduğumuz bu şerh ve îzáhımızla bu “Dördüncü Mes’ele” anlaşıldığında, görülecektir ki; müellif (ra)’ın talebelerini ta‘kíbden men‘ ettiği İkinci Cihân Harbi, kâfirler arasında yapılan ve Müslümânların bi’l-fiil iştirâk etmediği bir harbdir.

Üstâd Bedîuzzamân (ra) da talebelerini, kâfirler arasında cereyân eden bu harb boğuşmalarını ta‘kíb etmekten men‘ etmiş ve zararlarını göstererek daha ehemmiyyetli vazífeleri olduğunu onlara ihtár etmiştir. Demek, Üstâd Bedîuzzamân’ın merâk ile ta‘kíbden men‘ ettiği bu İkinci Dünyâ Harbi, kâfirler arasında cereyân eden bir harbdir. Şu zamânda olduğu gibi, eğer kâfirler Müslümânlara saldırsalar ve tecâvüz etseler, o vakit, o Müslümânlara hîç olmazsa kalben tarafdâr olmak ve duá etmek her Müslümân üzerine farz olur.

Nitekim, bu İkinci Cihân Harbini ta‘kíbden men‘ eden Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Birinci Cihân Harbinde, senelerce emek verip yetiştirdiği 500 talebesiyle berâber o zamân Hıristiyan olan Ruslara karşı bi’z-zât harbe katılmış ve o harbde talebeleri şehîd olmuştur. Hem harbin sonrasında, Anadolu’nun işgáli sırasında en tehlikeli yer olan İstanbul’da İngilizlerle mücâdele etmiştir. İşte böyle hâdiseler arasındaki fark ayırt edilmediği takdîrde ve böyle “hás” bir hüküm “umûmî” zannedildiğinde, ciddi hatálara sebebiyyet vermektedir. Bahsi geçen bu eserin metnini, şerh ve îzáhı ile birlikte zikrediyoruz. 

METİN

DÖRDÜNCÜ MES’ELE 

Yine “Gençlik Rehberi”nde îzáhı var: Bir zamân bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki; “Küre-i Arz’ı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderâtiyle alâkadâr olan bu dehşetli Harb-i Umûmîden elli gündür (Şimdi yedi seneden geçti ayni hâl) (*) hîç sormuyorsun ve merâk etmiyorsun. Hâlbuki, bir kısım mütedeyyin ve álim insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acabâ bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veyâ onunla meşgúl olmanın zararı mı var?” dediler.

(*) Parantez içindeki not, 1946 senesine áiddir. 

ŞERH VE ÎZÁHI

 (Yine “Gençlik Rehberi”nde îzáhı var: Bir zamân bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki: “Küre-i Arz’ı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderâtıyla alâkadâr olan bu dehşetli Harb-i Umûmîden elli gündür (Şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) (*)hîç sormuyorsun ve merâk etmiyorsun. (*) Parantez içindeki not, 1946 senesine áiddir.)

Bahsi geçen harb, İkinci Cihân Harbidir. Bu harbde Almanlar, İtalyanlar ve Japonlar bir tarafta; İngiltere, Amerika, Fransa ve Rusya diğer tarafta olmak üzere harbe katılmışlardı. Bu ecnebî devletler, İslâmiyyete yaptıkları cinâyetin ve niam-ı İlâhiyyeye karşı nankörlüklerinin muaccel bir cezâsı olarak böyle bir âfetle tokatlanmışlardı. Bu dehşetli harbde, beşerin zálim kısmı küre-i Arz’ı yakıp yıkarak bir kan gölüne çevirmişlerdi. Her iki taraf da öyle dehşetli zulümler işliyorlardı ki, ba‘zan bir adam yüzünden bir köyü mahvediyorlardı. Öyle ki, o asır, kurûn-i ûlânın mecmû‘ vahşetini Birinci Cihân Harbinde bir def‘ada kustuktan bir müddet sonra, bu İkinci Cihân Harbinde daha dehşetlisini kustu.  

İşte, küre-i Arz’ı böyle herc ü merce getiren bu harb, aynı zamânda İslâmın mukadderâtıyla da alâkadârdı. Gerçi Álem-i İslâm o harbe bi’l-fiil iştirâk etmedi; fakat iki cihette bu harb İslâm mukadderâtıyla alâkadârdı. 

Birincisi: O devletler, küre-i Arz’ın hâkimiyyetini ele geçirmek için harb ediyorlardı. Küffârın böyle biribirleriyle boğuşmaları ve biribirinin kuvvetini hîçe indirmeleri ve aralarına dâimî bir husúmetin girmesiyle ittifâklarının bozulması Álem-i İslâm’ın menfaati noktasında ehemmiyyetliydi. Hattâ, Topal Şükrü Efendi nâmında ehl-i kalb ve Isparta’nın bir medâr-ı fahri olan zât, vukúundan çok evvel bu harbi kerâmetkârâne haber verirken, harbin Müslümânlara bu cihette fâidesine işâreten, “Âferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza[1], ya‘nî “Bütün dünyâ kâfirlerini biribirine musallat ettirdi” demiştir.

İkincisi: Bu harbde Almanlar, İslâmın amansız düşmânı olan Yahûdîlerle ve onların hâmîleri olan devletlerle harb ediyorlardı. Bu sebeble Almanlar, Álem-i İslâm’la sulh yapmışlardı. Bu cihette dahi bu harb, İslâm mukadderâtıyla alâkadârdı. Fakat, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, bütün küreyi yangına veren ve kan gölüne çeviren ve İslâm mukadderâtı ile iki cihetle alâkadâr olan bu harbden hîç sormuyor ve merâk etmiyordu.

 (Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve álim insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar.)

İşte bu harb, hem küre-i Arz’ı herc ü merce getirdiği, hem de İslâm mukadderâtıyla da alâkadâr olduğu için bütün insânların nazarlarını kendine çevirmiş ve kendisiyle meşgúl etmiştir. Hattâ, o vakit Kastamonu’da, tam akşâm namâzı vaktine tesádüf eden radyo haberlerini dinlemek için bir kısım mütedeyyin ve hattâ álim insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeye koşmuşlar. Fakat, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, herkese muhálif olarak, İslâm mukadderâtıyla da alâkadâr olmasına rağmen bu harble hîç ilgilenmemiş, sormamış ve merâk da etmemiştir. Onun bu merâksız hâli ve tavrı, talebelerinin merâkını tahrîk etmiş ve sormuşlar:

 (Acabâ bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veyâ onunla meşgúl olmanın zararı mı var?” dediler.)

Bu suâl, iki şıklı bir suâldir:

1) Bu harbden daha büyük bir hâdise mi var ki; bu hâdise, ona nisbeten çok ehemmiyyetsizdir. Bununla berâber ekser insânlar, dünyâ harbinden daha büyük olan o hâdisenin farkında değiller.

2) Bu harblerle meşgúl olmanın ciddi zararları mı var?

METİN 

Cevâben dedim ki: Ömür sermâyesi pek azdır. Lüzûmlu işler pek çok çoktur. 

ŞERH VE ÎZÁHI

 (Cevâben dedim ki: ) Müellif (ra), evvelâ suâlin ikinci şıkkına, ya‘nî “Onunla meşgúl olmanın zararı mı var?” suâline cevâb vermektedir. Şöyle ki: (Ömür sermâyesi pek azdır; lüzûmlu işler pek çoktur.) Ya‘nî, insânı, uhrevî bir ticâret için şu dünyâya gönderen ve her iki hayâtın levâzımâtını tedârik etmesini emreden Cenâb-ı Hak, o insâna sermâye olarak da bir ömür vermiştir ki; o sermâye, ancak mezkûr lüzûmlu işlere kifâyet eder. Bu lüzûmlu işler o kadar çoktur ki, aklı başında olan bir insân o sermâyesini lüzûmsuz işlere sarf etmez. Elláhu Teálâ Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin vasıflarını zikrederken şöyle buyurmaktadır:

وَالَّذينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

Meâli: Mü’minler o kimselerdir ki; lağvden, ya‘nî onlara lüzûmu olmayan mâlâya‘niyyâttan, ya‘nî ma‘rifetulláha ve saádet-i ebediyyeye fâidesi olmayan şeylerden yüz çevirirler.[2]

Fakat, ekser insânlar, Elláh’ı ve âhireti unutarak, sanki dünyâda ebedî kalacaklarmış gibi saádet-i ebediyye zararına lüzûmsuz şeylerle meşgúl olup, o kıymetdâr ömürlerini kıymetsiz şeylerde bâd-i hevâ sarf etmektedirler. Onun için, müellif (ra), lüzûmlu işleri nazara verip şöyle buyuruyor:

METİN 

Biribiri içinde mütedâhıl dâireler gibi, her insânın kalb ve mi‘de dâiresinden ve cesed ve háne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i Arz ve nev-ı beşer dâiresinden tut; tâ zî-hayât ve dünyâ dâiresine kadar, biribiri içinde dâireler var. Her bir dâirede, her bir insânın bir nev‘í vazífesi bulunabilir. Fakat, en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyyetli ve dâimî vazífe var. Ve en büyük dâirede, en küçük ve muvakkat arasıra vazífe bulunabilir. Bu kıyâs ile -küçüklük ve büyüklük ma‘kûsen mütenâsib- vazífeler bulunabilir. 

ŞERH VE ÎZÁHI

(Biribiri içinde mütedâhıl) iç içe girmiş (dâireler gibi, her insânın kalb ve mi‘de dâiresinden ve cesed ve háne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i Arz ve nev-ı beşer dâiresinden tut, tâ zî-hayât ve dünyâ dâiresine kadar, biribiri içinde dâireler var. Her bir dâirede, her bir insânın bir nev‘í vazífesi bulunabilir. Fakat, en küçük dâirede en büyük ve ehemmiyyetli ve dâimî vazífe var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazífe bulunabilir. Bu kıyâsla, küçüklük ve büyüklük ma‘kûsen mütenâsib) ters orantılı (vazífeler bulunabilir.)

En küçük dâire, ma‘nevî cihette insânın kalbi, maddî cihette ise insânın mi‘desidir. Kalb dâiresinde insânın hakíkí vazífesi, saádet-i ebediyyenin anahtarı olan îmânı kazanmak ve muhâfaza etmek; o kalbin âyine-i Samed olduğunu anlayıp işleterek bin bir ism-i İlâhî’nin tecelliyâtını görmek; o esmânın arkasında haşri ve saádet-i ebediyyeyi kalb gözüyle seyretmek; o kalbin şu koca álemin bir misâl-i musaggarı, bir haritası olduğunu keşfetmek; ve mâsivâdan onu tecerrüd ettirip, başta dünyâ muhabbeti olmak üzere bütün emrâz-ı kalbiyyeden onu halâs etmek gibi pek çok ehemmiyyetli vazífelerdir. Kalb dâiresindeki bu vazífenin ehemmiyyetini Bedîuzzamân (ra), “Telvîhât-ı Tis‘a” adlı eserinde şöyle îzáh etmektedir:

Evet, şu kâinâtta insân bir fihriste-i câmia olduğundan, insânın kalbi binler álemin harita-i ma‘neviyyesi hükmündedir. Evet, insânın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinâtın bir nev‘í merkez-i ma‘nevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünûn ve ulûm-i beşeriyye olduğu gibi; insânın mâhiyyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakáik-ı kâinâtın mazharı, medârı, çekirdeği olduğunu; hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûrânî kitâblar gösteriyorlar.

İşte, mâdem kalb ve dimağ-ı insânî bu merkezdedir; çekirdek hâletinde bir şecere-i azímenin cihâzâtını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin áletleri ve çarkları, içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhâlde, o kalbin Fâtır’ı, o kalbi işlettirmesini ve bi’l-kuvve tavırdan bi’l-fiil vaz‘ıyyetine çıkarmasını ve inkişâfını ve hareketini irâde etmiş ki, öyle yapmış. Mâdem irâde etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vâsıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarîkat yolunda hakáik-ı îmâniyyeye teveccüh etmektir.[3]

Sonra mi‘de dâiresi gelir ki, helâl rızkı kazanmak súretiyle maíşetini te’mîn etmektir. Bu en küçük dâire olan kalb ve mi‘de dâiresindeki vazífeler, diğer dâirelere nisbeten daha ehemmiyyetli, daha büyük ve dâimîdir. Küçük dâire olan kalb ve mi‘de dâiresinde büyük, ehemmiyyetli ve dâimî vazífeler; büyük dâirelerde ise küçük, ehemmiyyetsiz ve muvakkat vazífeler bulunmaktadır.

Hem kalb dâiresindeki îmân vazífesi, her bir insânın en ehemmiyyetli ve birinci vazífesidir. Dâire büyüdükçe, insânın vazífesi de mesleği ve ictimâí mevkııne göre değişmektedir. Meselâ, mahalle ve şehir, vatan ve memleket, küre-i Arz ve nev-ı beşer dâiresinde bir âmir veyâ vâli veyâ pâdişâha nisbeten lüzûmlu olan bir vazífe, bir ámî insâna nisbeten lüzûmsuz ve fuzúlîdir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor: 

Evet, bu zamânda merâk ile, radyo vâsıtasıyla, ciddî alâkadârâne küre-i Arz’daki boğuşmalara merâk edip bakanlar, dikkat edenler; maddî ve ma‘nevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır ma‘nevî bir dîvâne olur, ya kalbini dağıtır ma‘nevî bir dînsiz olur, ya fikrini dağıtır ma‘nevî bir ecnebî olur. 

Evet, ben kendim gördüm: Lüzûmsuz bir merâk ile, mütedeyyin iki adam; biri ámî, biri de ilme mensûbiyyeti varken, eskiden beri İslâm düşmânı olan bir kâfîrin mağlûbiyyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzûniyyet ve Âl-i Beyt’ten Seyyidler Cemâatinin bir kâfîre karşı mağlûbiyyetinden mesrûriyyetini gördüm. Böyle ámî bir adamın, alâkasız bir geniş dâire-i siyâset hátırı için, böyle kâfîr bir düşmânı mücâhid bir seyyide tercîh etmek, acabâ dîvâneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acîb bir misâli değil midir? 

Evet, háricî siyâset me’mûrları ve erkân-ı harbler ve kumândânlara bir derece vazífece münâsebeti bulunan siyâsetin geniş dâirelerine áid mesâili; basit fikirli ve idâre-i rûhiyye ve dîniyyesine ve şahsıyyesine ve beytiyyesine ve karyesine áid lüzûmlu vazífesini geri bıraktırmakla, onları merâklandırıp rûhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeye áid zevklerini, şevklerini kırıp havâlandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve ma‘nen öldürmek ile dînsizliğe yer ihzâr etmek tarzında, kemâl-i merâk ile onlara göre mâlâya‘nî ve lüzûmsuz mesâil-i siyâsiyyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayât-ı ictimâıyye-i İslâmiyyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği netîceleri düşündükçe tüyler ürperir. 

Evet, her bir adam vatanla, milletle, hükûmetle alâkadârdır. Fakat, bu alâkadârlık, muvakkat cereyânlara kapılıp millet, vatan, hükûmetin menfaatini ba‘zı şahısların muvakkat siyâsetlerine tâbi‘ etmek, belki aynını telâkkí etmek çok yanlış olmakla berâber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazífesinden herkese düşen vazífe bir ise, kendi kalb ve rûhundan, idâre-i şahsıyye ve dîniyye ve hâkezâ çok dâirelerden hakíkí vazífedâr olduğu hizmet ve alâka ve merâk on, yirmi, belki yüz’dür. Bu ciddî ve lüzûmlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzûmsuz ve ona göre mâlâya‘nî olan siyâset cereyânlarına fedâ etmek, dîvânelik değil de nedir?[4]

İnsânın en ziyâde düştüğü hatálardan biri de, kendi vazífesini unutup başkalarının vazífeleriyle meşgúl olmak, fuzúlî olarak onlara müdahâle edip ömür sermâyesini boş yere záyi‘ etmektir. Hattâ, değil diğer insânların onu alâkadâr etmeyen vazífelerine müdahâle etmek, -neûzübillâh- ba‘zan Cenâb-ı Hakk’ın vazífesine dahi müdahâle edip haddini aşarak kendini ef‘ál-i Rabbâniyyenin bir müfettişi gibi telâkkí etmektedir. Hâlbuki, hakíkí insân, haddinden tecâvüz etmeyendir!

طُوبى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ

Ya‘nî: “ Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecâvüz etmez.[5]

Evet, insânın kendi hatîât ve kusúrâtıyla meşgúl olması nefse ağır geldiği ve âfâk ile meşgúliyyeti ona nefsinin ıslâhıyla meşgúl olmayı unutturduğu ve ölümü hátıra getirmeyip dünyâyı süslü ve dâimî gösterdiği için; geniş dâireler câzibedârdır ve bu câzibedârlığı sebebiyle o geniş dâireler, kendiyle meşgúl eder. O meşgúliyyet ise fikri dağıtıp kalbin zikrine halel verir.

Demek, en mühim iş; evvelâ en küçük dâire olan kalb dâiresinde en mühim vazífe olan kalbi, mâsivâdan kurtarmak; hikmet-i hılkatine uygun olarak onun âyine-i Samed olduğunu anlayıp, o kalbin ancak ma‘rifetulláh ve muhabbetulláh ile mutmain olacağını iz‘án etmektir. Yine en küçük dâire olan mi‘de dâiresinde, en mühim vazífe olan zarûrî maíşetini te’mîn etmektir.

METİN 

Fakat, büyük dâirenin câzibedârlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzûmlu ve ehemmiyyetli hizmeti bıraktırıp lüzûmsuz, mâlâya‘nî ve âfâkí işlerle meşgúl eder. Sermâye-i hayâtını boş yerde imhâ eder. O kıymetdâr ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. 

ŞERH VE ÎZÁHI

 (Fakat, büyük dâirenin câzibedârlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzûmlu ve ehemmiyyetli hizmeti bıraktırıp lüzûmsuz) ma‘rifetulláha ve saádet-i ebediyyeye lâzım olmayan (mâlâya‘nî) maksúd-i bi’z-zât olmayan (ve âfâkî) kendisine áid olmayan álemde cereyân eden fuzúlî (işlerle meşgúl eder. Sermâye-i hayâtını boş yerde imhâ eder. O kıymetdâr ömrünü, kıymetsiz şeylerde öldürür.)

Burada ince bir nükte vardır. O da şudur ki: Şu fânî hayât, eğer ebedî bir hayâtı kazanmaya vesîle olsa ve Hayy-ı Kayyûm’un yolunda fedâ edilse; o vakit hayâtlanır. Ya‘nî, hayât, îmân ile istikámet dâiresinde hayâtlanır. Çünkü, böyle bir hayât, ebedî bir hayâtı netîce verdiği gibi; îmân nûruyla mâzí ve müstakbeli hayâtdâr gösterip, hâzır zamân gibi ışıklandırır ve nûrlandırır. Eğer o hayât, yalnız fenâ ve fânî şeylere sarf edilse; o hayât sáhibi ma‘nen ölü hükmünde olup, o hayât da fâidesiz gitmiş olur. Bu mes’ele Risâle-i Nûr’un pek çok yerlerinde, husúsan “Yirmi Üçüncü Söz”de îzáh edilmiştir. Oraya mürâcaât edilsin.

Müellif (ra)’ın “Meyve’nin Dördüncü Mes’elesi’nde zikrettiği cümleler, insânın geniş dâirelerde hîç bir vazífesinin olmadığını ifâde etmiyor ve “neme lâzımcılığı emretmiyor. Aksine Müellif (ra), insânın kalb ve mi‘de dâiresinde vazífesi olduğu gibi; diğer geniş dâirelerde de mütefâvit vazífeleri bulunduğunu; ancak küçük dâiredeki vazífenin, büyük dâirelerdeki vezáife nisbeten daha ehemmiyyetli ve dâimî olduğunu ifâde ediyor ve insânın, geniş dâirenin câzibedârlığı sebebiyle küçük dâiredeki en ehemmiyyetli ve dâimî vazífesini unutup âfâkí ve geniş dâiredeki hâdisâtla meşgúl olduğunu nazara veriyor.

Evet, insân, her vakit kalb dâiresindeki vazífesi ile meşgúl olmalı, âfâkla meşgúl olduğu vakit dahi asıl dâiredeki vazífesini unutmamalıdır. Resûl-i Ekrem (asm) ve Sahâbe-i Kirâm gibi… Onlar, dünyânın en boğucu ve tehlikeli hâdisâtı içinde bile küçük dâiredeki vazífeleriyle meşgúl olmuşlar; hattâ harb gibi en büyük bir hâdise içinde bile namâzlarını cemâatle kılmayı ihmâl etmemişlerdir.

Hem Sahâbe-i Kirâm, kendilerine lâzım olan işlerle meşgúl olmuşlar, lüzûmsuz işleri terk etmişlerdir. Meselâ, onlardan çiftçi olan birisi, çiftçiliğini yapmış, vazífe-i ubûdiyyetini yerine getirmiş, başkasının işiyle meşgúl olmamıştır. Meselâ, devletle alâkalı bir mes’eleyi ulü’l-emre bırakmış, fuzúlî olarak o mes’eleyle ilgilenmemiştir. Eğer geniş dâirelerde şer‘í bir mükellefiyyet kendisine düşerse, meselâ cihâd için da‘vet edilirse, silâhını alıp cihâda gitmiş. Ama, o cihâd içinde dahi kalb dâiresindeki vazífesini ihmâl etmemiş, gaflete düşerek âfâkta boğulmamıştır; enfüsî dâireyle meşgúliyyeti, onun geniş dâirelerdeki vazífelerini terk etmesine de sebeb olmamıştır.

Temsîl, hakíkati anlamayı teshîl ettiğinden, biz de mes’elenin îzáhında sahâbeyi misâl verdik. Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın sahâbe ve selef-i sálihînin anladığı ve tatbîk ettiği tarzda beyân ettiği şu çok ehemmiyyetli düstûru, aynı tarzda anlayıp tatbîk etmemiz gerekir.

Gelecek âyet-i kerîmeler, şu kudsî düstûru, ya‘nî, “İnsân, her vakit kalb dâiresindeki vazífesi ile meşgúl olmalı, âfâkla meşgúl olduğu vakit dahi asıl dâiredeki vazífesini unutmamalıdır” düstûrunu beyân etmektedir: Cenâb-ı Hak şöyle fermân buyuruyor:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذينَ نَسُوا الله فَاَنْسيهُمْ اَنْفُسَهُمْ

Meâli: Şu kimseler gibi olmayın ki, onlar Elláh’ı (O’nun táat ve zikrini, hizmetini) unuttular, Elláh da onlara kendilerini unutturdu. Ya‘nî, nefislerine menfaat verecek şeyleri onlara unutturdu.[6]

يَآاَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ

Meâli: Ey îmân edenler! Nefsinizi iltizâm edin. Ya‘nî, nefsinizin ıslâhıyla meşgúl olun. Siz hidâyette olduğunuz müddetçe, başkalarının dalâleti size zarar vermez.[7]

Âyet-i kerîme, mefhûm-i muhálifiyle diyor ki: “Siz dalâlet ve hatáda olduğunuz müddetçe, başkalarının hidâyet ve salâhı size fâide vermez. Onun için, nefsinizi unutmayın.

Evet, insân, kendini unutmamalı ve nefsinin kusúrâtını görüp onun ıslâhı ile meşgúl olmalıdır. Kendisine áid olan vazífeleri yerine getirip vazífe-i İlâhiyyeye karışmamalıdır. Bununla berâber, kâfirler Müslümânlarla savaştıklarında, elbette Müslümânlara en azından kalben tarafdâr olmalı ve onlara duá etmelidir. Bu, îmânın bir gereğidir ve kalb dâiresine temâs eden bir mes’eledir, âfâkí bir mes’ele değildir. Hattâ, “Ben kâfire tarafdâr değilim. Fakat, Müslümâna da tarafdâr değilim, tarafsızım demek dahi îmâna muháliftir. Çünkü, îmân ile küfrün ortası yoktur. Elláh insânları iki sınıfa ayırmıştır. Kişi ya mü’minlerin safında veyâ kâfirlerin safında bulunacaktır. Bu sebeble, kâfirler Müslümânlarla savaştığında bu hâdiseye lâ-kayd kalmak ve bî-taraf olmak; muhálif tarafı iltizâm etmek, ya‘nî kâfire tarafdâr olmak demektir. Bu ise îmâna zıddır. Dünyânın en büyük hâdiselerinden biri olan İkinci Cihân Harbine ehemmiyyet vermeyen ve alâkadâr olmayan Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Birinci Cihân Harbinde ve Anadolu’nun işgálinde ise, kâfirler Müslümânlara fiilen tecâvüz ettiği için, -bu mes’ele îmâna ve şerîata temâs ettiğinden dolayı- kâfirlerle bi’l-fiil harb etmiş ve esedulláhi’l-gálib olmuştur.

Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, bir münkeri gördüğünde onu eliyle izâle etsin. Buna güç yetiremiyorsa diliyle onu düzeltsin. Buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle o münkere buğzetsin ve tarafdâr olmasın. Bu ise, îmânın en zayıf derecesidir.[8]

Demek, münkerâta karşı velev kalben dahi olsun buğz etmemek îmânı tehlikeye düşürür.

Hem Resûl-i Ekrem (asm), “Mü’minler, bir bedenin a‘záları gibidirler[9] buyurmuştur. Bir ma‘súm mü’minin herhangi bir a‘zásı, vahşî bir hayvân tarafından ısırıldığı zamân elbette ona karşı lâ-kayd kalamaz. Teemmel!

Mühim bir ihtár: Álem-i İslâm’ın her hangi bir yerinde Müslümânlara küffâr tarafından zulmedildiği, malları talan edildiği, Müslümânların şehîd edildiği bir zamânda; oradaki Müslümânlara kalben tarafdâr olmak, onların derdleriyle derdmend olmak ve bu dehşet-engîz hâdisâta karşı lâ-kayd kalmamak bütün Müslümânlara farzdır ve bu îmânın gereğidir. Yalnız bu hüküm, zarûret olmadan herkesin oralara gidip bi’l-fiil Müslümânlara yardım etmesi ve harbe iştirâk etmesi ma‘nâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü, aşağıda zikredeceğimiz âyet-i kerîme mûcibince; umûm Müslümânların ilmî mücâdeleyi terk ederek maddî cihâdda bulunmaları -zarûret olmadan- câiz değildir. Fakat, küffâr ile Müslümânlar arasında cereyân eden harblerde Müslümânlara en azından kalben tarafdâr olmak; kâfirlere ise iltihâken veyâ iltizâmen tarafdâr olmamak umûm Müslümânlara farzdır ve îmânın muktezásıdır. Cenâb-ı Hak şöyle fermân buyuruyor:

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ

Meâli: Mü’minlerin hepsinin topyekûn savaşa çıkmaları uygun değildir. O hâlde onların büyük cemâat ve kabîlelerinden bir táife savaşa gitmeli, bir táife de dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine (memleketlerine) döndükleri zamân onları Elláh’ın azâbıyla korkutmaları için gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki, bu súretle mü’minler şerîata muhálif hareketlerden kaçınırlar.[10]

Demek, dîn-i mübîn-i İslâm, bir kabîlenin veyâ bir aşîretin hepsini savaşa göndermez. Belki bir kısmını ilim tahsíli için geride bırakır.

Beydávî, Şeyhzâde ve Fahreddîn-i Râzî bu âyetin tefsîri hakkında şöyle buyurmuşlardır:

Muhârebe zamânında mü’minler iki kısma ayrılır:

Bir kısmı, Elláh yolunda savaşırlarken;

Diğer kısmı ise, Kur’ân ve ulûm-i dîniyyeyi öğrenip dînde fakíh olur ve ilmî cebhede çalışırlar.

O hâlde, Kur’ân ve hadîsde mütehassıs ulemânın ve talebe-i ulûm-i dîniyyenin zarûret olmadan savaşa katılmaları muvâfık değildir. Çünkü, eğer bunlar harbde vefât ederlerse dîn sáhibsiz kalır.

İşte bu âyet-i kerîme mûcibince, Risâle-i Nûr şâkirdleri cihâd-ı ilmîde çalışan kimseler olduklarından, ulûm-i dîniyyeyi öğrenmek ve öğretmek vazífesinde sa‘y ü gayret göstermelidirler. Bu ehemmiyyetli vazífelerini ihmâl ederek zarûret olmadan maddî harbe iştirâk etmeleri doğru değildir. Zîrâ, cihâd-ı ma‘nevîde bulunan Kur’ân ve Hadîsde mütehassıs ulemâ ve talebe-i ulûm-i dîniyye, fikren kâfirlere tarafdâr olmadıkça, aynen cihâd-ı maddîde bulunanlar gibi uhrevî mükâfâta mazhar olurlar.

Elhâsıl: Yukarıdaki âyetlerin ifâde ettiği ve Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın da beyân ettiği bu kudsî düstûru, selef-i sálihînin anladığı gibi anlamalıyız, ifrât ve tefrîtten uzak durmalıyız. Geniş dâirelere áid vazífemi ihmâl etmeyeyim bahânesiyle kalb dâiresini unutmak ve vazífesi olmayan şeylerle meşgúl olmak ne kadar hatá ise; kalb dâiresine áid vazífelerimi ihmâl etmeyeyim diyerek, mü’minlere yapılan tecâvüzâta karşı lâ-kayd kalmak, bî-taraf olmak veyâ şıkk-ı muhálifi iltizâm etmek de aynı derecede hatádır.

Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın eserlerinde beyân ettiği gibi, dünyâ ve içindekilerin üç yüzü vardır.

Birinci yüzü: O şeyin kendi zâtına ve insânın nefsine bakar. Bu yüz ehemmiyyetsiz, fânî, çirkin ve aldatıcıdır. İşte bu geniş dâirelerin aldatıcı câzibedârlığı ve ehemmiyyetsizliği bu yüzdedir.

İkinci yüzü: Âhirete bakar, âhiretin mezraasıdır.

Üçüncü yüzü: Esmâ-i İlâhiyyeye bakar, o esmânın âyinesidir.

Dünyânın bu iki yüzü ise güzeldir, bâkídir ve ehemmiyyetlidir. Mü’min, kalb dâiresinde ve diğer dâirelerde cereyân eden her hâdiseye bu iki pencereden bakar. Dolayısıyla, mü’minlerin bugün içine düştükleri zillet ve sefâletten kurtulması ve kâfirlerin yaptıkları bu işgál ve taarruzlardan selâmeti için her bir ferd-i mü’minin çalışması, en azından mü’minlerin galebesine ve kâfirlerin mağlûbiyyetine kalben tarafdâr olması ve buna lâ-kayd kalmaması, hem bî-taraf dahi olmaması ve bu işleri küçük işler ve geniş dâirenin aldatıcı ve ehemmiyyetsiz hâdiseleri olarak görmemesi lâzımdır. Aksine, bu hâdiseler, îmâna ve âhirete taalluk eden büyük hâdiselerdir ve kalb dâiresinin içindedir. Bu ince noktayı Müellif (ra) “Yirminci Lem‘a”da benzer bir âfâkí hâdise münâsebetiyle ne kadar güzel ifâde etmektedir:

Ve háricî düşmânın hücûmunda dâhılî münakaşâtı terk etmek ve ehl-i hakkı sukúttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazífe-i uhreviyye telâkkí edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teávünü yapıp, bütün hissiyâtınızla, ehl-i dünyâdan daha şiddetli bir súrette meslekdaşlarınızla ve dîndaşlarınızla ittifâk ediniz, ya‘nî ihtilâfa düşmeyiniz. ‘Böyle küçük mes’eleler için kıymetdâr vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymetdâr şeylere sarf edeceğim’ deyip çekilerek ittifâkı zayıflaştırmayınız. Çünkü, bu ma‘nevî cihâdda küçük mes’ele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir neferin, bir saatte, mühim ve husúsí şerâit dâhılindeki nöbeti bir sene ibâdet hükmüne ba‘zan geçmesi gibi, bu ehl-i hakkın mağlûbiyyeti zamânında, ma‘nevî mücâhede mesâilinde, küçük bir mes’eleye sarf olunan senin kıymetdâr bir günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir. Mâdem li-vechillâhtır; o işin küçüğüne, büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlâs ve rızá-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesîlenin mâhiyyetine bakılmaz, netîcesine bakılır. Mâdem netîcesi rızá-yı İlâhî’dir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.[11]

METİN 

Ve ba‘zan bu harb boğuşmalarını merâk ile ta‘kíb eden, bir tarafa kalben tarafdâr olur. Onun zulümlerini hóş görür. Zulmüne şerîk olur. 

ŞERH VE ÎZÁHI

(Ve ba‘zan bu harb boğuşmalarını merâkla ta‘kíb eden, bir tarafa kalben tarafdâr olur. Onun zulümlerini hóş görür, zulmüne şerîk olur.) Bu cümle, bu harb boğuşmalarını ta‘kíb etmenin ikinci bir zararını anlatmaktadır. Ya‘nî, geniş dâirelerle meşgúl olmak;

1) Küçük dâirelerdeki ehemmiyyetli vazífeleri unutturduğu gibi,

2) Böylesine beşerin zálim kısmının boğuşmalarını ta‘kíb eden, onlardan bir kısmına meyleder ve meylettiği kısmın zulmünü hóş görmekle cinâyetine şerîk olur.

Evet,

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّار Zálimlere ednâ meyil dahi etmeyin, sonra ateş size dokunur[12] âyetinin nassıyla, zulme meyletmek ayn-ı zulümdür. Zálime meyleden, o zálimin aynı ákıbetine ve cezâsına çarptırılır. Böyle kâfirlerin boğuşmalarını merâkla ta‘kíb eden çok def‘a bir tarafa tarafdâr olur. Çünkü, ekser insânlar hikmet sáhibi değildir ve şerîatı bilmemektedir. Onun için, kendi akıl ve hevâlarına göre hükmeder ve bir tarafa meylederler. Rızá gözü de ayıbı görmediği için, tarafdâr olduğu kâfirlerin zulümlerini hóş görürler. Hem şerîatı bilmediklerinden, neyin adâlet, neyin zulüm olduğunu anlayamazlar. Hem her şeyin arkasındaki hikmet ve rahmet-i İlâhiyyeyi görmedikleri ve her şeye asıl hükmeden kader-i İlâhî’yi bilmedikleri ve âhiret nokta-i nazarından bakmadıkları için; akıl, kalb, rûh ve hayâlleri dâimâ ıztırâb içinde kalır ve beşerin zulmü arkasındaki adâlet ve rahmet-i İlâhiyyeyi görmediklerinden zımnî olarak Elláh’a adâvet ederler.

Evet, onlar, Kur’ân’ın nûru ve şerîatın ölçüsü ile kader cânibinden mes’eleye bakıp, esbâb dâiresinin hükmünü de anlayarak tam bir muvâzene ile muhâkeme etmek yerine; radyodaki haberlere, zálimlerin yalan yanlış propagandalarına, câhil ve gáfillerin telkínlerine göre muhâkeme etmektedirler. Onun için, böyle mes’elelerin merâkla ta‘kíbi, ekser insânların zálimlere tarafdâr olmalarına ve onların zulümlerini hóş görüp zulümlerine şerîk olmalarına sebeb olur. İşte böyle kimselere fâsık-ı mahrûm denilir. Dünyâda bi’l-fiil o zulme iştirâk etmediği ve zulmün netîcesinde elde edilen dünyevî menfaatlerden de mahrûm kaldığı hâlde, o zálimin âhiretteki cezâsına da aynen ortak olur.

Müellif (ra)’ın “Meyve’nin Dördüncü Mes’elesi”nde zikrettiği bu düstûr, -hâşâ- şu ânda kâfirlerin Müslümânlara yaptıkları zulme karşı lâ-kayd kalmayı değil; aksine zulme uğrayan Müslümânlara kalben tarafdâr olmayı emretmekte; kâfirlere kalben tarafdâr olmaktan veyâ bî-tarafâne hükmetmekle ma‘nen ve iltihâken onların tarafında bulunmaktan nehyetmektedir. Müellif (ra)’ın “Yirmi Altıncı Mektûb”da dediği gibi, bî-taraf olmanın muhálif tarafı iltizâm etmek demek olduğu unutulmamalıdır. Fakat, İkinci Cihân Harbinde iki taraf da kâfirdi. Her iki taraf da zulmediyordu. Böyle zálimlerin zálimâne boğuşmalarını merâkla ta‘kíb etmek ve onların propagandalarını dinlemek hem lüzûmsuz, hem de zararlıydı. Bugün ise durum çok farklıdır.

Şu noktayı da unutmamak lâzımdır. Dünyâ târîhinde ma‘súmların hatáen öldürülmediği ve zarar görmediği harb olmamıştır. Harbin zarûreti olarak harblerde ba‘zı ferdlerin ba‘zı hatáları olmuştur. Hattâ, zamân-ı sahâbede dahi harblerde zarûrete mebnî ba‘zı hatáların ba‘zı sahâbelerden vâkı‘ olduğu; hem Resûl-i Ekrem (asm) ve sahâbe devrinde harblerde ba‘zı Müslümânların hatáen öldürüldüğü ve Resûl-i Ekrem (asm) ve sahâbenin hatáen öldürülen o Müslümânların diyetlerini ödediği siyer ve târîh kitâblarında nakledilmiştir.

Bu husús bahâne edilerek, ya‘nî harbin zarûreti olarak Müslümânlardan ba‘zı ferdlerin hatáları gösterilerek, onların haklı mücâdelelerini umûmen tenkíd etmek veyâ onlara kalben tarafdârlığı terk etmek îmâna muháliftir. Ya‘nî, küfür ve küfürden gelen zulümlerle, haklı ve mazlûm olan ehl-i îmânın harbin zarûreti olarak hatá ile veyâ kendisini müdâfaa sırasında düştüğü durumları bir tutmamak lâzımdır.

Ba‘zı sáf-dil Müslümânlar, mü’minlerin Ka‘be hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyyetlerini görmüyor, çakıl taşı gibi ufak tefek hatálarıyla meşgúl oluyorlar. Kâfirlerin de Cehennem’i gerektiren dağ gibi küfür ve zulümlerini görmüyor; belki setrediyorlar. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri bu husústa şöyle buyuruyor: 

Ey insáfsız adam! Şimdi bak ki: Mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen, ádî küçük taşları, ‘Ka‘be'den daha ehemmiyyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük’ desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Ka‘be hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyyet gibi çok evsáf-ı İslâmiyye muhabbeti ve ittifâkı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyyet veren ve ádî taşlar hükmünde olan ba‘zı kusúrâtı, îmân ve İslâmiyyete tercîh etmek, o derece insáfsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..[13]

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, işgále karşı mücâdele eden kuvâ-yı milliyye harekâtı içinde vukú‘ bulan ba‘zı hatáları şöyle değerlendirmiştir:

S- Anadolu’da pek çok zulüm ediliyor ve pek çok Müslümânlar i‘dâm ediliyor. Neden böyle yapıyorlar?

C- Evet, maatteessüf pek fecî şeyler oluyor. Fakat, asıl sebeb, mel‘ún mim’siz medeniyyet, öyle zálimâne bir silâh, şu harb-i vahşîyâneye vermiştir ki; o silâhın karşısında dayanmak, onun nazíriyle mukábele etmek lâzım gelir. Şeşháne ile mitralyoza mukábele edilmez. İşte o silâh, o düstûr ki, medeniyyet harbin eline vermiştir. Ben de kendi gözümle Grandük Nikoloviç'in nâmına iki emri gördüm.

Der: ‘Askerimize bir köyden bir tüfek açılsa, çoluk çocuğu ile imhâ edilecektir.

İkinci emri de: ‘Bir cemâatte bir adam, cebhe zararına bize hıyânet etse, çoluk çocuğu ile imhâ edilecektir.

İşte böyle azlem bir düstûr ile İngiliz Anadolu’ya hücûm ediyor.[14]

Şimdi ise o gizli zındıka komitesi, başta İngiliz milleti olmak üzere diğer milletleri de tahrîk ederek Müslümânların can, mal ve ırzlarına daha şiddetli ve vahşîyâne bir tarzda, hîç bir ölçü tanımadan hücûm ediyor. Üstâdın yukarıdaki cümlelerini okuyucuların ferâsetine havâle ediyoruz.

Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin yukarıda ifâde ettiği gibi; küffârın eşedd-i zulmüne karşı ağız açıp beklemek olmaz. Çâresiz kalan, elbette mukábelede bulunur. Zîrâ, harb, boğuşmaktan ibârettir. Harbin içinde adâlet-i támme aranılmaz. Müslümânların Ka‘be hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyyetleri varken, onların harbin zarûreti olarak meydâna gelen ufak tefek hatálarına, cüz’î yanlışlarına bakılmaz. Sáhib oldukları îmân ve İslâmiyyet, o cüz’î hatâları affettirir ve hîçe indirir inşâelláh.

Evet, böyle eşedd-i zulme karşı tam adâletli bir harb yapmak mümkün değildir. Zîrâ, kâfirler, hîç bir ölçü tanımadan havâda, karada ve denizde ma‘súm Müslümânları vuruyor. Uçaklarla meskûn mahaller bombalanıyor; çocuklar, kadınlar, yaşlılar cânîce öldürülüyor. Elbette böyle bir eşedd-i zulme karşı adâletle harb edilmez, aynıyla mukábele edilir.

Harb adâletten ibârettir” düstûru mevcûd iken; kâfirler en modern silâhlarla, uçaklarla Müslümânları vuruyor; Müslümânlar ise taşla, ağaçla, tüfekle mukábele ediyorlar. Elbette, bu derece eşedd-i zulme kalkışan vahşîlere karşı Müslümânların tam adâletle mukábelede bulunmaları güç dışıdır. Mücâdele ederken, harbin zarûreti olarak hatáen elbette kâfirlerden ba‘zı ma‘súmlar zarar görecektir. Harbin zarûreti olarak meydâna gelen bu hatálarla Müslümânlar suçlanamaz. Çünkü, çâresizdirler. Bu hâli daha iyi anlayabilmemiz için, kendimizi o ma‘súm ve çâresiz Müslümânların yerine koymamız yeterlidir. Yakınlarımızın öldürüldüğünü, evlerimizin yakılıp yıkıldığını, bizim gibi sâir dîn kardeşlerimizin de aynı duruma düştüğünü bir an olsun düşünebilsek; o zamân çâresiz kalan Müslümânların ne derece haklı olduklarını elbette derk ederiz.

METİN 

Birinci noktaya cevâb ise: Evet, bu Cihân Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemîn yüzündeki hâkimiyyet-i ámme da‘vâsından daha ehemmiyyetli bir da‘vâ, herkesin ve bilhassa Müslümânların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da‘vâ açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da‘vâyı kazanmak için bilâ-tereddüd sarf edecek. 

ŞERH VE ÎZÁHI

 (Birinci noktaya cevâb ise: Evet, bu Cihân Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemîn yüzündeki hâkimiyyet-i ámme) umûm yeryüzüne hâkim olma (da‘vâsından daha ehemmiyyetli bir da‘vâ, herkesin ve bilhassa Müslümânların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da‘vâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da‘vâyı kazanmak için bilâ-tereddüd) tereddüdsüz (sarf edecek.)

Metinde geçen cihân harbinden daha büyük “harb” ve “hâdise”; “şeytán-ı ins ve cin” ile “mü’minler ve melâike” arasında cereyân eden harbdir. Ya‘nî, “eşrâr ile ahyâr”, “füccâr ile ebrâr” arasındaki dâimî olan asıl harbdir. Bu harbde ehl-i dalâletin kullandığı en güçlü “silâh” ise, bilhassa bu asırda “kadın táifesi”dir. Metinde geçen “da‘vâ” ise îmânın netîcesi olan ebedî bir Cennet’i kazanmak veyâ kaybetmek da‘vâsıdır. İşte Risâle-i Nûr, bu dehşetli mücâdelede Cennet’in anahtarı olan îmân-ı tahkíkíyi kazandırıyor. 

Müellif (ra), âhirzamân fitnesinde, ehl-i dalâletin ehl-i îmânla olan muhârebesinde en dehşetli rolü oynayanların kadın táifesi olduğunu şöyle tasvîr etmektedir: 

Âhirzamânın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, táife-i nisâiyye ve onların fitnesi olduğu Hadîs’in rivâyetlerinden anlaşılıyor. Evet, nasıl ki, târîhlerde, eski zamânlarda ‘Amazonlar’ nâmında gáyet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir táife-i askeriyye olarak hárika harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamânda zındıka dalâleti, İslâmiyyete karşı muhârebesinde, nefs-i emmârenin plânıyla, Şeytán kumândâsına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i îmâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşháne yolunu genişlettirmeğe çalışarak çokların nefislerini birden esîr edip kalb ve rûhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Belki, o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Bir kaç sene nâ-mahrem hevesâtına göstermenin tam cezâsı olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını; ve dünyâda emniyyet ve sadâkatı kaybettiği için, hılkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtâc olduğu münâsib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ, bu hâlin netîcesi olarak o âhirzamânda, ba‘zı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riáyetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezáret edecek derecede ehemmiyyetsiz, sáhibsiz, kıymetsiz bir súrete gireceği, Hadîs’in rivâyetinden anlaşılıyor.[15]

Bu İkinci Cihân Harbi, temelde iki devletin, ya‘nî Alman ve İngilizlerin dünyâya hâkim olmak için yaptıkları bir harb idi. Hâlbuki:

a) Bu dünyâ fânî olduğundan, ne Almanlara kalır, ne de İngilizlere.

b) Hem onlar dünyâya hâkim olsalar bile, diğer insânlar dahi bu dünyâda onlarla berâber yaşadıkları için, yine hakíkí ma‘nâda istedikleri gibi dünyâdan istifâde edemezler.

c) Onların dünyâdan istifâdeleri ise, yer olarak oturdukları kadar bir yer; zamân i‘tibâriyle bulundukları ân; yedikleri, ancak mi‘delerinde olan; giyindikleri ise ancak üzerlerinde bulunandır.

Oysa, her bir insânın, husúsan her bir Müslümânın başına öyle bir da‘vâ açılmış ki; eğer o da‘vâyı kazanırsa, Alman ve İngilizlerin etba‘larıyla berâber uğruna harb ettikleri şu dünyâ kadar bâkí bir mülk, hûriler ve saraylarla süslü dâimî bir Cennet ve sermedî bir saltanat sâdece tek bir mü’mine verileceği bütün kütüb-i semâviyyenin tebşîrâtıyla musaddaktır. Nitekim, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, genişliği semâ ve Arz kadar olan böyle bir Cennet’i elde etmek için mü’minlerin yarışması gerektiğini şöyle ifâde etmektedir:

سَابِقُوا اِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاءِوَاْلاَرْضِ اُعِدَّتْ لِلَّذينَ امَنُوا بِاللهِ وَرُسُلِه ذلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَآءُ وَالله ذُو الْفَضْلِ الْعَظيمِ

Meâli: Rabbinizden mağfirete ve genişliği semâvât ve Arz’ın genişliği kadar olan ve Elláh’a ve onun cümle peygamberlerine îmân edenler için hâzırlanmış olan Cennet’e ulaşmak için yarışınız. İşte bu Cennet, mağfiret ve rıdvân, Elláh’ın fazl u keremidir ki, onu dilediğine verir. (Ya‘nî, Elláhu Teálâ bu Cennet’i îmân edip amel-i sálih işleyenler için fazl u keremiyle hâzırlamıştır ve mağfiret ettiği kullarını o Cennet’e koyar. Yoksa, kimse ameliyle Cennet’i hak edemez.) Elláh büyük fazl sáhibidir.[16]

Hadîsde vârid olmuştur ki: “Cennet’in bir tek hûrisini insânlar görseydi, yalnız onu elde etmek için kılınçlarıyla biribirleriyle harb ederlerdi.

Hem yine Hadîsde vardır ki: “Cennet’ten bir karış mülk, dünyâ ve içindekilerden hayırlıdır.[17]

Şu fânî dünyâya muvakkaten hâkim olmak için insânlar böyle silâhlı mücâdeleye girişirlerse ve bu uğurda hâkimi olmak istedikleri dünyâyı mahvedip kendileri hakkında Cehennem’e çevirirlerse; acabâ bir insân, bu dünyâ kadar bir mülk-i bâkíyi kazanmak için, Alman ve İngiliz kadar kuvveti bulunsa ve bütün dünyâya mâlik olsa, aklı da varsa, o da‘vâyı kazanmak için fedâ etmez mi?

Cennet, dünyâ ve içindekilerden daha hayırlı olduğu ve onu kazanmak için aklı olan her insânın bütün dünyâ servetini sarf etmesi lâzım geldiği gibi; aynı o insân âhirette o kaybettiği da‘vâyı kazanmak veyâ müstehak olduğu Cehennem ateşinden kurtulmak için, şu fânî dünyânın mülk ve saádetini fidye olarak verse de ne o da‘vâyı kazanabilir, ne de o Cehennem ateşinden kurtulabilir. İşte, gelecek âyet-i kerîme bu hakíkati ifâde etmektedir:

لِلَّذينَ اسْتَجَابُوا لِرَبّهِمُ الْحُسْنى وَالَّذينَ لَمْ يَسْتَجيبُوا لَهُ لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَميعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لاَفْتَدَوْا بِه اُولئِكَ لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ وَمَأْويهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ

Meâli: Dünyâda táatle Rablerinin emrine icâbet eden mü’minler için, âhirette ahsen mükâfât vardır ki, o da Cennet’tir. Şunlar ki, Rablerine icâbet ve itáat etmeyip inkâra saptılar; eğer yeryüzünde bulunan eşyânın cümlesi ve onun bir misli daha onların olsa, o Cehennem azâbından kurtulmak için onu fedâ ederlerdi. Kıyâmette onlar günâhlarından dolayı hesâba çekilirler ve mağfiret olunmazlar. Onların meskeleri Cehennem’dir. O, ne fenâ döşektir.[18] 

METİN 

İşte o da‘vâ ise, yüz bin meşâhir-i insâniyyenin ve hadsiz nev-ı beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinât Sáhibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, îmân mukábilinde bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkí ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veyâ kaybetmek da‘vâsı başına açılmış.  

Eğer îmân vesîkasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyûnluk táúnuyla çoklar o da‘vâsını kaybediyor. Hattâ, bir ehl-i keşif ve tahkík, bir yerde kırk vefiyyâtdan yalnız bir kaç tânesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acabâ, bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? 

İşte, o da‘vâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika bir da‘vâ vekîlini o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî dünyâda kalacak gibi âfâkí mâlâya‘niyyât ile iştigál etmek, tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i Nûr Şâkirdleri, “Her birimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf etmek lâzımdır” diye kanâatımız var. 

Ey hapis musíbetinde benim yeni kardeşlerim!.. Sizler, benim ile berâber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şâkirdleri şâhid göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki: 

O büyük da‘vâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın kazancının vesîkası ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir da‘vâ vekîli bulunan Risâle-i Nûr’dur. 

Bu on sekiz senedir benim düşmânlarım ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet gaddârâne desîselerle hükûmetin ba‘zı erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için bu def‘a gibi eskide dahi hapislere, zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un çelik kal‘asında yüz otuz parça cihâzâtından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. 

Hem korkmayınız, Risâle-i Nûr yasak olmaz! Hükûmet-i Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri -iki, üçü müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı. 

İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri tam bir ıslâhháne yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara, ekmek ve ilâç gibi tevzî‘ edecekler.

ŞERH VE ÎZÁHI

(İşte o da‘vâ ise, yüz bin meşâhir-i insâniyyenin) insânların meşhûrlarının (ve hadsiz nev-ı beşerin yıldızları ve mürşidlerinin), ya‘nî enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın (müttefikan) ittifâkla (Kâinât Sáhibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, îmân mukábilinde, bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlarla) saraylarla (müzeyyen) süslü (ve bâkí ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veyâ kaybetmek da‘vâsı başına açılmış.) Eğer da‘vâyı kazanırsa, dünyâ kadar bir Cennet’i kazanacak. Eğer kaybederse, Cehennem gibi bir haps-i dâimîye atılacak.

O da‘vâyı kazanmanın yolu ise îmândır. Herkes için Cennet’te îmân mukábilinde dâimî bir mülk ihzâr edilmiş. Eğer îmânı sağlam elde etmezse, o bâkí mülkü kaybedecek. Yine herkes için Cehennem’de de bir yer ihzâr edilmiştir. Îmân da‘vâsını kaybedenler, o ebedî Cennet’ten mahrûm olmakla berâber; kendisi için hâzırlanan Cehennem’e de idhál olacaktır.

Hadîs-i Nebevîde vardır ki:

Her insânın hem Cennet’te, hem de Cehennem’de bir yeri mevcûddur. Mü’min, îmânıyla Cennet’teki kendi yerine sáhib olduğu gibi; kâfirin Cennet’teki yerine de vâris olur. Kâfir ise; küfrü sebebiyle Cehennem’deki yerine hak kazandığı gibi, mü’minin Cehennem’deki yerine de vâris olur.

Yine Hadîs’in ifâdesiyle: “Mü’minin Cehennem’deki yerine bir Yahûdî veyâ bir Hıristiyan vâris olur.[19]

 (Eğer îmân vesîkasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyûnluk táúnuyla çoklar o da‘vâsını kaybediyor.) Sıhhat-i îmânı bozan maddiyyûnluk hastalığı bir táún, bir salgın hastalık gibi ehl-i îmâna bulaşmış; bu dehşetli hastalık yüzünden îmâna árız olan şübhe mikrobları, çok kimsenin îmânını bozmuştur.

 (Hattâ, bir ehl-i keşif ve tahkík, bir yerde kırk vefiyyâttan yalnız bir kaç tânesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler.)

Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın birinci talebesi Hacı Hulûsí Bey‘in ifâdesiyle, bu kırk kişi, beş vakit namâzını cemâatle kılan kişilermiş. Ya‘nî, o velî, beş vakit namâzını câmi‘de cemâatle kılan kırk kişiden bir kaçı háric, diğerlerinin sekerâtta îmânlarını kaybettiklerini müşâhede etmiştir. Müellif (ra)’ın zamânında câmi cemâatinin ekserîsi bu da‘vâyı kaybederse; bu zamândaki Müslümânların hâli düşünülsün!

Hattâ, Hadîsde vârid olmuştur ki: Âhirzamânda mescidler dolu olur. Fakat, ba‘zan içinde bir tâne bile mü’min bulunmaz.

METİN 

Acabâ, bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? 

İşte o da‘vâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika bir da‘vâ vekîlini o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî dünyâda kalacak gibi âfâkí mâlâya‘niyyât ile iştigál etmek, tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i Nûr Şâkirdleri, “Her birimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf etmek lâzımdır” diye kanâatımız var.

ŞERH VE ÎZÁHI

(Acabâ bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o da‘vâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika bir da‘vâ vekîlini) avukatı (o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî dünyâda kalacak gibi âfâkî mâlâya‘niyyâtla iştigál etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risâle-i Nûr şâkirdleri, ‘Her birimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf etmek lâzımdır’ diye kanâatımız var.)

Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in esrârından gelen Risâle-i Nûr, şu büyük da‘vâda, hárika bir avukat, bir da‘vâ vekîlidir ki, o da‘vânın berâtı olan tahkíkí îmânı, yüzde doksan talebesine kazandırmıştır. Yüzde on ise, Müellif (ra)’ın murâd ettiği ma‘nâya muhálif bir i‘tikáda sáhib olan veyâ beyân ettiği düstûrlara riáyet etmeyen kimselerdir. 

Evet, Kur’ân,

وَاَمَّاالَّذينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ âyetinin ma‘nâ-yı işârîsi ile müjde veriyor ki, Risâle-i Nûr şâkirdleri, ehl-i Cennet’tir inşâelláh! Nitekim, Müellif (ra) bu âyetin ma‘nâ-yı işârîsiyle verdiği bu müjdeyi, “Birinci Şuá‘”da şöyle beyân etmektedir: 

Resâili’n-Nûr şâkirdleri, îmân ile kabre girecekler, îmânsız vefât etmezler. Cihân saltanatından daha ziyâde kıymetdâr bir müjde-i Kur’âniyye, bir beşâret-i semâviyye bu sahîfede vardır.[20]

Risâle-i Nûr şâkirdi ise; ferâizi işleyen, kebâiri terk eden, sünnetin her nev‘ıne tarafdâr olan ve bid‘alara tarafdâr olmayan, Kur’ân ve Hadîsden sonra Risâle-i Nûr’u hakáik-ı îmâniyye cihetinde hüccet olarak kabûl edendir.

O hâlde hem kendisi için, hem de Álem-i İslâm için bu kadar ehemmiyyetli ve hayırlı hizmetleri ihmâl ederek lüzûmsuz, zararlı, mâlâya‘nî ve âfâkí olan, ya‘nî îmâna ve âhirete temâs etmeyen dünyevî ve siyâsî işlerle meşgúl olup böylece mü’minlerin îmânlarını kurtarmak hizmetine fütur getirmek akılsızlıktır. Onun için, biz Risâle-i Nûr şâkirdleri, bütün kuvvetimizle îmâna ve âhirete hizmet edip, siyâseti ve dünyevî hâdiseleri merâkla ta‘kíb etmeyi terk etmişiz. Fakat, daha evvel de beyân ettiğimiz gibi; hâdisât-ı álemden îmâna temâs eden cihetler bizi alâkadâr etmektedir. Biz Risâle-i Nûr şâkirdlerinin vazífesi; îmân-ı tahkíkí dersini vermekle berâber, zarûrete mebnî maddî cihâd yapan Müslümânlara da kalben tarafdâr olmaktır. Biz Risâle-i Nûr şâkirdleri, zarûret olmadıkça cihâd-ı ma‘nevî ile mükellefiz. İlmî cihâda devâm etmekle berâber, maddî cihâdı yapan mü’min kardeşlerimize de duá etmeliyiz. Her zamân ifrât ve tefrîtten kendimizi muhâfaza etmeliyiz.

Hem böyle bir da‘vâ vekîline karşı lâ-kayd ve müstağnî kalmak da akılsızlıktır. Bu sebeble, Risâle-i Nûr’u okumayan insânlar da, ona karşı lâ-kaydlığı terk edip o da‘vâ vekîlini elde etmeğe, ya‘nî onu okuyup anlamaya çalışmalıdırlar. Bu yüzden müellif (ra) hapishánedeki mahbûslara, Risâle-i Nûr’u tavsiye ederek diyor ki:

METİN

Ey hapis musíbetinde benim yeni kardeşlerim!.. Sizler, benim ile berâber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şâkirdleri şâhid göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki: 

O büyük da‘vâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın kazancının vesîkası ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir da‘vâ vekîli bulunan Risâle-i Nûr’dur. 

Bu on sekiz senedir benim düşmânlarım ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet gaddârâne desîselerle hükûmetin ba‘zı erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için bu def‘a gibi eskide dahi hapislere, zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un çelik kal‘asında yüz otuz parça cihâzâtından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. 

Hem korkmayınız, Risâle-i Nûr yasak olmaz! Hükûmet-i Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri -iki, üçü müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı.

İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri tam bir ıslâhháne yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara, ekmek ve ilâç gibi tevzî‘ edecekler.

ŞERH VE ÎZÁHI

(Ey hapis musíbetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle berâber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şâkirdleri şâhid göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki:

O büyük da‘vâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın kazancının vesîkası ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir da‘vâ vekîli bulunan Risâle-i Nûr’dur.

Bu on sekiz senedir benim düşmânlarım ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet gaddârâne desîselerle hükümetin ba‘zı erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için bu def‘a gibi eskide dahi hapislere, zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un çelik kalesinde yüz otuz parça cihâzâtından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler.)

Ya‘nî, Risâle-i Nûr’un îmâna dâir delîlleri o kadar kuvvetlidir ki, kimse ona i‘tirâz edememektedir.

 (Demek avukat tutmak isteyen), ya‘nî cin ve insle maddeten ve ma‘nen mücâhede ederken Cennet’in anahtarı olan îmân da‘vâsını kazanmak husúsunda bir müdâfaacı tutmak isteyen, ya‘nî îmânını kurtarmak isteyen (onu elde etse), ya‘nî Risâle-i Nûr’u Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat i‘tikádına göre anlayıp mûcibince amel etse; îmânını tahkíka çevirmek noktasında Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra (yeter. 

Hem korkmayınız, Risâle-i Nûr yasak olmaz. Hükümet-i Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri -iki, üçü müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı. 

İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri tam bir ıslâhháne yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara, ekmek ve ilâç gibi tevzî‘ edecekler.) 

(Kaynak: Reddu’l-Evham, s. 331-355)


[1] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 24.

[2] Mü’minûn Sûresi, 23:3.

[3] Mektûbât, 29. Mektûb, 9. Kısım, 1. Telvih, s. 475-476.

[4] Kastamonu Lâhikası, s. 46-47.

[5] Lem‘alar, 17. Lem‘a, 13. Nota, s. 132.

[6] Haşr Sûresi, 59:19- Tefsîr-i Nesefî.

[7] Mâide Sûresi, 5:105.

[8] Müslim.

[9] Müslim, no. 2586.

[10] Tevbe Sûresi, 9:122.

[11] Lem‘alar, 20. Lem‘a, 6. Sebeb, s. 155.

[12] Hûd Sûresi, 11:113.

[13] Mektûbât, 22. Mektûb, 1. Mehbas, 1. Vecih, s. 281.

[14] Tulûát, İfâde, s. 91.

[15] Gençlik Rehberi, s. 23-24.

[16] Hadîd Sûresi, 57:21; İbn-i Abbâs, Medârik.

[17] Ebû Hüreyre ve Enes’ten rivâyet.

[18] Ra‘d Sûresi, 13:18; İbn-i Abbâs.

[19] İbn-i Kesîr, c. 3, s. 301.

[20] Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 2. Suâl, 26. Âyet, s. 592.

Giriş Yap

Giriş Yapın ve Hesabınızı Yönetin

Bir Hesabınız Yok mu? Üye Ol