Anasayfa > Makale > Müslümanla kâfir savaşırken tarafsız kalınır mı?
Müslümanla kâfir savaşırken tarafsız kalınır mı?
Bu mes’ele, “Meyve Risâlesi”nin “Dördüncü Mes’elesi”nin şerh ve îzáhı hakkındadır. Bizi bu mes’elenin şerh ve îzáhına sevk eden sebeb; mezkûr ecnebî komitenin bu mes’eleyi sû-i isti‘mâl ederek, Álem-i İslâm’ın hâl-i hâzırda içinde bulunduğu işgál ve zulümlere karşı Müslümânların lâ-kayd kalması gerektiğini telkín etmesi ve bu plânla ba‘zı Müslümânları kendilerine tarafdâr etmeye çalışmasıdır.
Bahsi geçen mes’elede ifâde edildiği üzere, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, İkinci Cihân Harbi ile hîç alâkadâr olmamış ve talebelerini de merâkla bu gibi hâdisâtı ta‘kíb etmekten men‘ etmiştir. İşte o gizli zındıka komitesi bu mes’eleyi serrişte ederek, Müslümânların ve husúsan Risâle-i Nûr talebelerinin Álem-i İslâm’ın hâl-i hâzırda içinde buluduğu işgál ve zulümlere karşı lâ-kayd kalmaları gerektiğini telkín etmektedir. Hâlbuki, yapmış olduğumuz bu şerh ve îzáhımızla bu “Dördüncü Mes’ele” anlaşıldığında, görülecektir ki; müellif (ra)’ın talebelerini ta‘kíbden men‘ ettiği İkinci Cihân Harbi, kâfirler arasında yapılan ve Müslümânların bi’l-fiil iştirâk etmediği bir harbdir.
Üstâd Bedîuzzamân (ra) da talebelerini, kâfirler arasında cereyân eden bu harb boğuşmalarını ta‘kíb etmekten men‘ etmiş ve zararlarını göstererek daha ehemmiyyetli vazífeleri olduğunu onlara ihtár etmiştir. Demek, Üstâd Bedîuzzamân’ın merâk ile ta‘kíbden men‘ ettiği bu İkinci Dünyâ Harbi, kâfirler arasında cereyân eden bir harbdir. Şu zamânda olduğu gibi, eğer kâfirler Müslümânlara saldırsalar ve tecâvüz etseler, o vakit, o Müslümânlara hîç olmazsa kalben tarafdâr olmak ve duá etmek her Müslümân üzerine farz olur.
Nitekim,
bu İkinci Cihân Harbini ta‘kíbden men‘ eden Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Birinci
Cihân Harbinde, senelerce emek verip yetiştirdiği 500 talebesiyle berâber o
zamân Hıristiyan olan Ruslara karşı bi’z-zât harbe katılmış ve o harbde
talebeleri şehîd olmuştur. Hem harbin sonrasında, Anadolu’nun işgáli sırasında en
tehlikeli yer olan İstanbul’da İngilizlerle mücâdele etmiştir. İşte böyle
hâdiseler arasındaki fark ayırt edilmediği takdîrde ve böyle “hás”
bir hüküm “umûmî” zannedildiğinde, ciddi hatálara sebebiyyet vermektedir. Bahsi
geçen bu eserin metnini, şerh ve îzáhı ile birlikte zikrediyoruz.
METİN
DÖRDÜNCÜ MES’ELE
Yine “Gençlik Rehberi”nde îzáhı
var: Bir zamân bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki; “Küre-i Arz’ı herc ü merce getiren ve İslâm
mukadderâtiyle alâkadâr olan bu dehşetli Harb-i Umûmîden elli gündür (Şimdi yedi seneden geçti ayni hâl) (*) hîç sormuyorsun ve merâk etmiyorsun. Hâlbuki, bir
kısım mütedeyyin ve álim insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe
koşuyorlar. Acabâ bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veyâ onunla meşgúl
olmanın zararı mı var?” dediler.
(*) Parantez içindeki not, 1946 senesine áiddir.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Yine “Gençlik Rehberi”nde îzáhı var: Bir
zamân bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki: “Küre-i
Arz’ı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderâtıyla alâkadâr olan bu dehşetli
Harb-i Umûmîden elli gündür (Şimdi yedi
seneden geçti aynı hâl) (*)hîç
sormuyorsun ve merâk etmiyorsun. (*) Parantez içindeki not, 1946 senesine áiddir.)
Bahsi
geçen harb, İkinci Cihân Harbidir. Bu harbde Almanlar, İtalyanlar ve Japonlar
bir tarafta; İngiltere, Amerika, Fransa ve Rusya diğer tarafta olmak üzere
harbe katılmışlardı. Bu ecnebî devletler, İslâmiyyete yaptıkları cinâyetin ve
niam-ı İlâhiyyeye karşı nankörlüklerinin muaccel bir cezâsı olarak böyle bir
âfetle tokatlanmışlardı. Bu dehşetli harbde, beşerin zálim kısmı küre-i Arz’ı
yakıp yıkarak bir kan gölüne çevirmişlerdi. Her iki taraf da öyle dehşetli
zulümler işliyorlardı ki, ba‘zan bir adam yüzünden bir köyü mahvediyorlardı.
Öyle ki, o asır, kurûn-i ûlânın mecmû‘ vahşetini Birinci Cihân Harbinde bir
def‘ada kustuktan bir müddet sonra, bu İkinci Cihân Harbinde daha dehşetlisini
kustu.
İşte, küre-i
Arz’ı böyle herc ü merce getiren bu harb, aynı zamânda İslâmın mukadderâtıyla
da alâkadârdı. Gerçi Álem-i İslâm o harbe bi’l-fiil iştirâk etmedi; fakat iki
cihette bu harb İslâm mukadderâtıyla alâkadârdı.
Birincisi: O devletler, küre-i
Arz’ın hâkimiyyetini ele geçirmek için harb ediyorlardı. Küffârın böyle
biribirleriyle boğuşmaları ve biribirinin kuvvetini hîçe indirmeleri ve
aralarına dâimî bir husúmetin girmesiyle ittifâklarının bozulması Álem-i
İslâm’ın menfaati noktasında ehemmiyyetliydi. Hattâ, Topal Şükrü Efendi
nâmında ehl-i kalb ve Isparta’nın bir medâr-ı fahri olan zât, vukúundan çok
evvel bu harbi kerâmetkârâne haber verirken, harbin Müslümânlara bu cihette
fâidesine işâreten, “Âferin çarha ki, çattırdı
kuduzu kuduza”[1], ya‘nî “Bütün dünyâ kâfirlerini biribirine musallat
ettirdi” demiştir.
İkincisi:
Bu harbde Almanlar, İslâmın amansız düşmânı olan
Yahûdîlerle ve onların hâmîleri olan devletlerle harb ediyorlardı. Bu sebeble
Almanlar, Álem-i İslâm’la sulh yapmışlardı. Bu cihette dahi bu harb, İslâm
mukadderâtıyla alâkadârdı. Fakat, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, bütün
küreyi yangına veren ve kan gölüne çeviren ve İslâm mukadderâtı ile iki cihetle
alâkadâr olan bu harbden hîç sormuyor ve merâk etmiyordu.
(Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve álim
insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar.)
İşte bu
harb, hem küre-i Arz’ı herc ü merce getirdiği, hem de İslâm mukadderâtıyla da
alâkadâr olduğu için bütün insânların nazarlarını kendine çevirmiş ve
kendisiyle meşgúl etmiştir. Hattâ, o vakit Kastamonu’da, tam akşâm namâzı
vaktine tesádüf eden radyo haberlerini dinlemek için bir kısım mütedeyyin ve
hattâ álim insânlar, cemâati ve câmii bırakıp radyo dinlemeye koşmuşlar. Fakat,
Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, herkese muhálif olarak, İslâm mukadderâtıyla
da alâkadâr olmasına rağmen bu harble hîç ilgilenmemiş, sormamış ve merâk da
etmemiştir. Onun bu merâksız hâli ve tavrı, talebelerinin merâkını tahrîk etmiş
ve sormuşlar:
(Acabâ bundan daha büyük bir hâdise mi var?
Veyâ onunla meşgúl olmanın zararı mı var?” dediler.)
Bu suâl,
iki şıklı bir suâldir:
1) Bu
harbden daha büyük bir hâdise mi var ki; bu hâdise, ona nisbeten çok
ehemmiyyetsizdir. Bununla berâber ekser insânlar, dünyâ harbinden daha büyük
olan o hâdisenin farkında değiller.
2) Bu
harblerle meşgúl olmanın ciddi zararları mı var?
METİN
Cevâben dedim ki: Ömür sermâyesi
pek azdır. Lüzûmlu işler pek çok çoktur.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Cevâben dedim ki: ) Müellif
(ra), evvelâ suâlin ikinci şıkkına, ya‘nî “Onunla meşgúl olmanın zararı mı var?”
suâline cevâb vermektedir. Şöyle ki: (Ömür sermâyesi pek azdır; lüzûmlu
işler pek çoktur.) Ya‘nî, insânı, uhrevî bir ticâret için şu dünyâya
gönderen ve her iki hayâtın levâzımâtını tedârik etmesini emreden Cenâb-ı Hak,
o insâna sermâye olarak da bir ömür vermiştir ki; o sermâye, ancak mezkûr lüzûmlu
işlere kifâyet eder. Bu lüzûmlu işler o kadar çoktur ki, aklı başında olan bir
insân o sermâyesini lüzûmsuz işlere sarf etmez. Elláhu Teálâ Kur’ân-ı Kerîm’de
mü’minlerin vasıflarını zikrederken şöyle buyurmaktadır:
وَالَّذينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
Meâli: “Mü’minler o kimselerdir ki; lağvden, ya‘nî
onlara lüzûmu olmayan mâlâya‘niyyâttan, ya‘nî ma‘rifetulláha ve saádet-i
ebediyyeye fâidesi olmayan şeylerden yüz çevirirler.”[2]
Fakat,
ekser insânlar, Elláh’ı ve âhireti unutarak, sanki dünyâda ebedî kalacaklarmış
gibi saádet-i ebediyye zararına lüzûmsuz şeylerle meşgúl olup, o kıymetdâr
ömürlerini kıymetsiz şeylerde bâd-i hevâ sarf etmektedirler. Onun için, müellif
(ra), lüzûmlu işleri nazara verip şöyle buyuruyor:
METİN
Biribiri içinde mütedâhıl dâireler gibi, her insânın
kalb ve mi‘de dâiresinden ve cesed ve háne dâiresinden, mahalle ve şehir
dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i Arz ve nev-ı beşer
dâiresinden tut; tâ zî-hayât ve dünyâ dâiresine kadar, biribiri içinde dâireler
var. Her bir dâirede, her bir insânın bir nev‘í vazífesi bulunabilir. Fakat, en
küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyyetli ve dâimî vazífe var. Ve en büyük
dâirede, en küçük ve muvakkat arasıra vazífe bulunabilir. Bu kıyâs ile -küçüklük
ve büyüklük ma‘kûsen mütenâsib- vazífeler bulunabilir.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Biribiri
içinde mütedâhıl) iç içe girmiş (dâireler gibi, her insânın kalb ve
mi‘de dâiresinden ve cesed ve háne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve
vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i Arz ve nev-ı beşer dâiresinden tut, tâ
zî-hayât ve dünyâ dâiresine kadar, biribiri içinde dâireler var. Her bir
dâirede, her bir insânın bir nev‘í vazífesi bulunabilir. Fakat, en küçük
dâirede en büyük ve ehemmiyyetli ve dâimî vazífe var. Ve en büyük dâirede en
küçük ve muvakkat arasıra vazífe bulunabilir. Bu kıyâsla, küçüklük ve büyüklük
ma‘kûsen mütenâsib) ters orantılı (vazífeler bulunabilir.)
En küçük
dâire, ma‘nevî cihette insânın kalbi, maddî cihette ise insânın mi‘desidir.
Kalb dâiresinde insânın hakíkí vazífesi, saádet-i ebediyyenin anahtarı olan
îmânı kazanmak ve muhâfaza etmek; o kalbin âyine-i Samed olduğunu anlayıp
işleterek bin bir ism-i İlâhî’nin tecelliyâtını görmek; o esmânın arkasında
haşri ve saádet-i ebediyyeyi kalb gözüyle seyretmek; o kalbin şu koca álemin
bir misâl-i musaggarı, bir haritası olduğunu keşfetmek; ve mâsivâdan onu
tecerrüd ettirip, başta dünyâ muhabbeti olmak üzere bütün emrâz-ı kalbiyyeden
onu halâs etmek gibi pek çok ehemmiyyetli vazífelerdir. Kalb dâiresindeki bu
vazífenin ehemmiyyetini Bedîuzzamân (ra), “Telvîhât-ı Tis‘a” adlı eserinde
şöyle îzáh etmektedir:
“Evet, şu kâinâtta insân
bir fihriste-i câmia olduğundan, insânın kalbi binler álemin harita-i ma‘neviyyesi
hükmündedir. Evet, insânın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve
telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinâtın bir nev‘í merkez-i ma‘nevîsi
olduğunu gösteren hadsiz fünûn ve ulûm-i beşeriyye olduğu gibi; insânın mâhiyyetindeki
kalbi dahi, hadsiz hakáik-ı kâinâtın mazharı, medârı, çekirdeği olduğunu; hadd
ü hesâba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûrânî kitâblar
gösteriyorlar.
“İşte, mâdem kalb ve
dimağ-ı insânî bu merkezdedir; çekirdek hâletinde bir şecere-i azímenin cihâzâtını
tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin áletleri ve çarkları, içinde
derc edilmiştir. Elbette ve herhâlde, o kalbin Fâtır’ı, o kalbi işlettirmesini
ve bi’l-kuvve tavırdan bi’l-fiil vaz‘ıyyetine çıkarmasını ve inkişâfını ve
hareketini irâde etmiş ki, öyle yapmış. Mâdem irâde etmiş, elbette o kalb dahi
akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vâsıta, velâyet merâtibinde
zikr-i İlâhî ile tarîkat yolunda hakáik-ı îmâniyyeye teveccüh etmektir.”[3]
Sonra
mi‘de dâiresi gelir ki, helâl rızkı kazanmak súretiyle maíşetini te’mîn
etmektir. Bu en küçük dâire olan kalb ve mi‘de dâiresindeki vazífeler, diğer
dâirelere nisbeten daha ehemmiyyetli, daha büyük ve dâimîdir. Küçük dâire olan
kalb ve mi‘de dâiresinde büyük, ehemmiyyetli ve dâimî vazífeler; büyük
dâirelerde ise küçük, ehemmiyyetsiz ve muvakkat vazífeler bulunmaktadır.
Hem kalb
dâiresindeki îmân vazífesi, her bir insânın en ehemmiyyetli ve birinci
vazífesidir. Dâire büyüdükçe, insânın vazífesi de mesleği ve ictimâí mevkııne
göre değişmektedir. Meselâ, mahalle ve şehir, vatan ve memleket, küre-i Arz ve
nev-ı beşer dâiresinde bir âmir veyâ vâli veyâ pâdişâha nisbeten lüzûmlu olan
bir vazífe, bir ámî insâna nisbeten lüzûmsuz ve fuzúlîdir. Üstâd Bedîuzzamân
Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:
“Evet, bu zamânda merâk ile, radyo
vâsıtasıyla, ciddî alâkadârâne küre-i Arz’daki boğuşmalara merâk edip bakanlar,
dikkat edenler; maddî ve ma‘nevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır ma‘nevî
bir dîvâne olur, ya kalbini dağıtır ma‘nevî bir dînsiz olur, ya fikrini dağıtır
ma‘nevî bir ecnebî olur.
“Evet, ben kendim gördüm: Lüzûmsuz bir merâk ile, mütedeyyin iki
adam; biri ámî, biri de ilme mensûbiyyeti varken, eskiden beri İslâm düşmânı
olan bir kâfîrin mağlûbiyyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzûniyyet ve Âl-i
Beyt’ten Seyyidler Cemâatinin bir kâfîre karşı mağlûbiyyetinden mesrûriyyetini
gördüm. Böyle ámî bir adamın, alâkasız bir geniş dâire-i siyâset hátırı için, böyle
kâfîr bir düşmânı mücâhid bir seyyide tercîh etmek, acabâ dîvâneliğin ve aklı
dağıtmaklığın en acîb bir misâli değil midir?
“Evet, háricî siyâset me’mûrları ve erkân-ı harbler ve kumândânlara bir derece vazífece münâsebeti bulunan siyâsetin geniş dâirelerine áid mesâili; basit fikirli ve idâre-i rûhiyye ve dîniyyesine ve şahsıyyesine ve beytiyyesine ve karyesine áid lüzûmlu vazífesini geri bıraktırmakla, onları merâklandırıp rûhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeye áid zevklerini, şevklerini kırıp havâlandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve ma‘nen öldürmek ile dînsizliğe yer ihzâr etmek tarzında, kemâl-i merâk ile onlara göre mâlâya‘nî ve lüzûmsuz mesâil-i siyâsiyyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayât-ı ictimâıyye-i İslâmiyyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği netîceleri düşündükçe tüyler ürperir.
“Evet, her bir adam vatanla, milletle, hükûmetle alâkadârdır. Fakat,
bu alâkadârlık, muvakkat cereyânlara kapılıp millet, vatan, hükûmetin menfaatini ba‘zı şahısların muvakkat siyâsetlerine
tâbi‘ etmek, belki aynını telâkkí etmek çok yanlış olmakla berâber; o
vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazífesinden herkese düşen vazífe
bir ise, kendi kalb ve rûhundan, idâre-i şahsıyye ve dîniyye ve hâkezâ çok dâirelerden
hakíkí vazífedâr olduğu hizmet ve alâka ve merâk on, yirmi, belki yüz’dür. Bu
ciddî ve lüzûmlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzûmsuz ve
ona göre mâlâya‘nî olan siyâset cereyânlarına fedâ etmek, dîvânelik değil de
nedir?”[4]
İnsânın
en ziyâde düştüğü hatálardan biri de, kendi vazífesini unutup başkalarının
vazífeleriyle meşgúl olmak, fuzúlî olarak onlara müdahâle edip ömür sermâyesini
boş yere záyi‘ etmektir. Hattâ, değil diğer insânların onu alâkadâr etmeyen vazífelerine
müdahâle etmek, -neûzübillâh- ba‘zan Cenâb-ı Hakk’ın vazífesine dahi müdahâle
edip haddini aşarak kendini ef‘ál-i Rabbâniyyenin bir müfettişi gibi telâkkí
etmektedir. Hâlbuki, hakíkí insân, haddinden tecâvüz etmeyendir!
طُوبى لِمَنْ
عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ
Ya‘nî: “ Ne mutlu o adama ki, kendini bilip
haddinden tecâvüz etmez.”[5]
Evet,
insânın kendi hatîât ve kusúrâtıyla meşgúl olması nefse ağır geldiği ve âfâk
ile meşgúliyyeti ona nefsinin ıslâhıyla meşgúl olmayı unutturduğu ve ölümü
hátıra getirmeyip dünyâyı süslü ve dâimî gösterdiği için; geniş dâireler
câzibedârdır ve bu câzibedârlığı sebebiyle o geniş dâireler, kendiyle meşgúl
eder. O meşgúliyyet ise fikri dağıtıp kalbin zikrine halel verir.
Demek,
en mühim iş; evvelâ en küçük dâire olan kalb dâiresinde en mühim vazífe olan
kalbi, mâsivâdan kurtarmak; hikmet-i hılkatine uygun olarak onun âyine-i Samed
olduğunu anlayıp, o kalbin ancak ma‘rifetulláh ve muhabbetulláh ile mutmain
olacağını iz‘án etmektir. Yine en küçük dâire olan mi‘de dâiresinde, en mühim
vazífe olan zarûrî maíşetini te’mîn etmektir.
METİN
Fakat, büyük dâirenin câzibedârlığı
cihetiyle küçük dâiredeki lüzûmlu ve ehemmiyyetli hizmeti bıraktırıp lüzûmsuz,
mâlâya‘nî ve âfâkí işlerle meşgúl eder. Sermâye-i hayâtını boş yerde imhâ eder.
O kıymetdâr ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Fakat, büyük dâirenin câzibedârlığı cihetiyle
küçük dâiredeki lüzûmlu ve ehemmiyyetli hizmeti bıraktırıp lüzûmsuz) ma‘rifetulláha
ve saádet-i ebediyyeye lâzım olmayan (mâlâya‘nî) maksúd-i bi’z-zât
olmayan (ve âfâkî) kendisine áid olmayan álemde cereyân eden fuzúlî (işlerle
meşgúl eder. Sermâye-i hayâtını boş yerde imhâ eder. O kıymetdâr ömrünü,
kıymetsiz şeylerde öldürür.)
Burada ince bir
nükte vardır. O da şudur ki: Şu fânî hayât, eğer ebedî bir hayâtı kazanmaya
vesîle olsa ve Hayy-ı Kayyûm’un yolunda fedâ edilse; o vakit hayâtlanır. Ya‘nî,
hayât, îmân ile istikámet dâiresinde hayâtlanır. Çünkü, böyle bir hayât, ebedî
bir hayâtı netîce verdiği gibi; îmân nûruyla mâzí ve müstakbeli hayâtdâr
gösterip, hâzır zamân gibi ışıklandırır ve nûrlandırır. Eğer o hayât, yalnız
fenâ ve fânî şeylere sarf edilse; o hayât sáhibi ma‘nen ölü hükmünde olup, o
hayât da fâidesiz gitmiş olur. Bu mes’ele Risâle-i Nûr’un pek çok yerlerinde,
husúsan “Yirmi Üçüncü Söz”de îzáh edilmiştir. Oraya mürâcaât edilsin.
Müellif
(ra)’ın “Meyve’nin Dördüncü Mes’elesi’nde zikrettiği cümleler, insânın geniş
dâirelerde hîç bir vazífesinin olmadığını ifâde etmiyor ve
“neme
lâzımcılığı” emretmiyor. Aksine Müellif (ra), insânın kalb
ve mi‘de dâiresinde vazífesi olduğu gibi; diğer geniş dâirelerde de mütefâvit
vazífeleri bulunduğunu; ancak küçük dâiredeki vazífenin, büyük dâirelerdeki
vezáife nisbeten daha ehemmiyyetli ve dâimî olduğunu ifâde ediyor ve insânın,
geniş dâirenin câzibedârlığı sebebiyle küçük dâiredeki en ehemmiyyetli ve dâimî
vazífesini unutup âfâkí ve geniş dâiredeki hâdisâtla meşgúl olduğunu nazara
veriyor.
Evet,
insân, her vakit kalb dâiresindeki vazífesi ile meşgúl olmalı, âfâkla meşgúl
olduğu vakit dahi asıl dâiredeki vazífesini unutmamalıdır. Resûl-i Ekrem (asm)
ve Sahâbe-i Kirâm gibi… Onlar, dünyânın en boğucu ve tehlikeli hâdisâtı içinde
bile küçük dâiredeki vazífeleriyle meşgúl olmuşlar; hattâ harb gibi en büyük
bir hâdise içinde bile namâzlarını cemâatle kılmayı ihmâl etmemişlerdir.
Hem
Sahâbe-i Kirâm, kendilerine lâzım olan işlerle meşgúl olmuşlar, lüzûmsuz işleri
terk etmişlerdir. Meselâ, onlardan çiftçi olan birisi, çiftçiliğini yapmış,
vazífe-i ubûdiyyetini yerine getirmiş, başkasının işiyle meşgúl olmamıştır.
Meselâ, devletle alâkalı bir mes’eleyi ulü’l-emre bırakmış, fuzúlî olarak o
mes’eleyle ilgilenmemiştir. Eğer geniş dâirelerde şer‘í bir mükellefiyyet
kendisine düşerse, meselâ cihâd için da‘vet edilirse, silâhını alıp cihâda
gitmiş. Ama, o cihâd içinde dahi kalb dâiresindeki vazífesini ihmâl etmemiş,
gaflete düşerek âfâkta boğulmamıştır; enfüsî dâireyle meşgúliyyeti, onun geniş
dâirelerdeki vazífelerini terk etmesine de sebeb olmamıştır.
Temsîl,
hakíkati anlamayı teshîl ettiğinden, biz de mes’elenin îzáhında sahâbeyi misâl
verdik. Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın sahâbe ve selef-i sálihînin anladığı ve
tatbîk ettiği tarzda beyân ettiği şu çok ehemmiyyetli düstûru, aynı tarzda
anlayıp tatbîk etmemiz gerekir.
Gelecek
âyet-i kerîmeler, şu kudsî düstûru, ya‘nî, “İnsân, her vakit kalb
dâiresindeki vazífesi ile meşgúl olmalı, âfâkla meşgúl olduğu vakit dahi asıl
dâiredeki vazífesini unutmamalıdır” düstûrunu beyân etmektedir: Cenâb-ı
Hak şöyle fermân buyuruyor:
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذينَ
نَسُوا الله فَاَنْسيهُمْ اَنْفُسَهُمْ
Meâli: “Şu kimseler gibi olmayın ki, onlar
Elláh’ı (O’nun táat ve zikrini, hizmetini) unuttular, Elláh da
onlara kendilerini unutturdu. Ya‘nî, nefislerine menfaat verecek şeyleri onlara
unutturdu.”[6]
يَآاَيُّهَا
الَّذينَ امَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا
اهْتَدَيْتُمْ
Meâli:
“Ey îmân edenler! Nefsinizi
iltizâm edin. Ya‘nî, nefsinizin ıslâhıyla meşgúl olun. Siz hidâyette olduğunuz
müddetçe, başkalarının dalâleti size zarar vermez.”[7]
Âyet-i kerîme,
mefhûm-i muhálifiyle diyor ki: “Siz
dalâlet ve hatáda olduğunuz müddetçe, başkalarının hidâyet ve salâhı size fâide
vermez. Onun için, nefsinizi unutmayın.”
Evet, insân, kendini
unutmamalı ve nefsinin kusúrâtını görüp onun ıslâhı ile meşgúl olmalıdır.
Kendisine áid olan vazífeleri yerine getirip vazífe-i İlâhiyyeye karışmamalıdır.
Bununla berâber, kâfirler Müslümânlarla savaştıklarında, elbette Müslümânlara
en azından kalben tarafdâr olmalı ve onlara duá etmelidir. Bu, îmânın bir
gereğidir ve kalb dâiresine temâs eden bir mes’eledir, âfâkí bir mes’ele
değildir. Hattâ, “Ben
kâfire tarafdâr değilim. Fakat, Müslümâna da tarafdâr değilim, tarafsızım” demek dahi îmâna
muháliftir. Çünkü, îmân ile küfrün ortası yoktur. Elláh insânları iki sınıfa
ayırmıştır. Kişi ya mü’minlerin safında veyâ kâfirlerin safında bulunacaktır.
Bu sebeble, kâfirler Müslümânlarla savaştığında bu hâdiseye lâ-kayd kalmak ve
bî-taraf olmak; muhálif tarafı iltizâm etmek, ya‘nî kâfire tarafdâr olmak
demektir. Bu ise îmâna zıddır. Dünyânın en büyük hâdiselerinden biri olan
İkinci Cihân Harbine ehemmiyyet vermeyen ve alâkadâr olmayan Üstâd Bedîuzzamân
(ra) Hazretleri, Birinci Cihân Harbinde ve Anadolu’nun işgálinde ise, kâfirler
Müslümânlara fiilen tecâvüz ettiği için, -bu mes’ele îmâna ve şerîata temâs
ettiğinden dolayı- kâfirlerle bi’l-fiil harb etmiş ve esedulláhi’l-gálib
olmuştur.
Resûl-i
Ekrem (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden
biri, bir münkeri gördüğünde onu eliyle izâle etsin. Buna güç yetiremiyorsa
diliyle onu düzeltsin. Buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle o münkere buğzetsin
ve tarafdâr olmasın. Bu ise, îmânın en zayıf derecesidir.”[8]
Demek, münkerâta
karşı velev kalben dahi olsun buğz etmemek îmânı tehlikeye düşürür.
Hem Resûl-i Ekrem
(asm), “Mü’minler, bir bedenin
a‘záları gibidirler”[9]
buyurmuştur. Bir ma‘súm mü’minin herhangi bir a‘zásı, vahşî bir hayvân
tarafından ısırıldığı zamân elbette ona karşı lâ-kayd kalamaz. Teemmel!
Mühim
bir ihtár: Álem-i İslâm’ın her hangi bir yerinde Müslümânlara
küffâr tarafından zulmedildiği, malları talan edildiği, Müslümânların şehîd
edildiği bir zamânda; oradaki Müslümânlara kalben tarafdâr olmak, onların
derdleriyle derdmend olmak ve bu dehşet-engîz hâdisâta karşı lâ-kayd kalmamak
bütün Müslümânlara farzdır ve bu îmânın gereğidir. Yalnız bu hüküm, zarûret
olmadan herkesin oralara gidip bi’l-fiil Müslümânlara yardım etmesi ve harbe
iştirâk etmesi ma‘nâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü, aşağıda zikredeceğimiz âyet-i
kerîme mûcibince; umûm Müslümânların ilmî mücâdeleyi terk ederek maddî cihâdda
bulunmaları -zarûret olmadan- câiz değildir. Fakat, küffâr ile Müslümânlar
arasında cereyân eden harblerde Müslümânlara en azından kalben tarafdâr olmak;
kâfirlere ise iltihâken veyâ iltizâmen tarafdâr olmamak umûm Müslümânlara
farzdır ve îmânın muktezásıdır. Cenâb-ı Hak şöyle fermân buyuruyor:
وَمَا
كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلّ فِرْقَةٍ
مِنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا
رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ
Meâli: “Mü’minlerin hepsinin topyekûn savaşa
çıkmaları uygun değildir. O hâlde onların büyük cemâat ve kabîlelerinden bir
táife savaşa gitmeli, bir táife de dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenmeleri
ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine (memleketlerine) döndükleri
zamân onları Elláh’ın azâbıyla korkutmaları için gitmeyip kalmalıdırlar. Olur
ki, bu súretle mü’minler şerîata muhálif hareketlerden kaçınırlar.”[10]
Demek,
dîn-i mübîn-i İslâm, bir kabîlenin veyâ bir aşîretin hepsini savaşa göndermez.
Belki bir kısmını ilim tahsíli için geride bırakır.
Beydávî,
Şeyhzâde ve Fahreddîn-i Râzî bu âyetin tefsîri hakkında şöyle buyurmuşlardır:
Muhârebe
zamânında mü’minler iki kısma ayrılır:
Bir
kısmı, Elláh yolunda savaşırlarken;
Diğer
kısmı ise, Kur’ân ve ulûm-i dîniyyeyi öğrenip dînde fakíh olur ve ilmî cebhede
çalışırlar.
O hâlde,
Kur’ân ve hadîsde mütehassıs ulemânın ve talebe-i ulûm-i dîniyyenin zarûret
olmadan savaşa katılmaları muvâfık değildir. Çünkü, eğer bunlar harbde vefât
ederlerse dîn sáhibsiz kalır.
İşte bu
âyet-i kerîme mûcibince, Risâle-i Nûr şâkirdleri cihâd-ı ilmîde çalışan
kimseler olduklarından, ulûm-i dîniyyeyi öğrenmek ve öğretmek vazífesinde sa‘y ü
gayret göstermelidirler. Bu ehemmiyyetli vazífelerini ihmâl ederek zarûret
olmadan maddî harbe iştirâk etmeleri doğru değildir. Zîrâ, cihâd-ı ma‘nevîde
bulunan Kur’ân ve Hadîsde mütehassıs ulemâ ve talebe-i ulûm-i dîniyye, fikren
kâfirlere tarafdâr olmadıkça, aynen cihâd-ı maddîde bulunanlar gibi uhrevî
mükâfâta mazhar olurlar.
Elhâsıl: Yukarıdaki
âyetlerin ifâde ettiği ve Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın da beyân ettiği bu kudsî
düstûru, selef-i sálihînin anladığı gibi anlamalıyız, ifrât ve tefrîtten uzak
durmalıyız. Geniş dâirelere áid vazífemi ihmâl etmeyeyim bahânesiyle kalb dâiresini
unutmak ve vazífesi olmayan şeylerle meşgúl olmak ne kadar hatá ise; kalb
dâiresine áid vazífelerimi ihmâl etmeyeyim diyerek, mü’minlere yapılan
tecâvüzâta karşı lâ-kayd kalmak, bî-taraf olmak veyâ şıkk-ı muhálifi iltizâm
etmek de aynı derecede hatádır.
Üstâd
Bedîuzzamân (ra)’ın eserlerinde beyân ettiği gibi, dünyâ ve içindekilerin üç
yüzü vardır.
Birinci
yüzü: O şeyin kendi zâtına ve insânın nefsine bakar. Bu
yüz ehemmiyyetsiz, fânî, çirkin ve aldatıcıdır. İşte bu geniş dâirelerin aldatıcı
câzibedârlığı ve ehemmiyyetsizliği bu yüzdedir.
İkinci
yüzü: Âhirete bakar, âhiretin mezraasıdır.
Üçüncü
yüzü: Esmâ-i İlâhiyyeye bakar, o esmânın âyinesidir.
Dünyânın
bu iki yüzü ise güzeldir, bâkídir ve ehemmiyyetlidir. Mü’min, kalb dâiresinde
ve diğer dâirelerde cereyân eden her hâdiseye bu iki pencereden bakar. Dolayısıyla,
mü’minlerin bugün içine düştükleri zillet ve sefâletten kurtulması ve kâfirlerin
yaptıkları bu işgál ve taarruzlardan selâmeti için her bir ferd-i mü’minin
çalışması, en azından mü’minlerin galebesine ve kâfirlerin mağlûbiyyetine kalben
tarafdâr olması ve buna lâ-kayd kalmaması, hem bî-taraf dahi olmaması ve bu
işleri küçük işler ve geniş dâirenin aldatıcı ve ehemmiyyetsiz hâdiseleri
olarak görmemesi lâzımdır. Aksine, bu hâdiseler, îmâna ve âhirete taalluk eden
büyük hâdiselerdir ve kalb dâiresinin içindedir. Bu ince noktayı Müellif (ra) “Yirminci
Lem‘a”da
benzer bir âfâkí hâdise münâsebetiyle ne kadar güzel ifâde etmektedir:
“Ve háricî düşmânın hücûmunda dâhılî münakaşâtı
terk etmek ve ehl-i hakkı sukúttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en
mühim bir vazífe-i uhreviyye telâkkí edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyyenin
şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teávünü yapıp, bütün hissiyâtınızla,
ehl-i dünyâdan daha şiddetli bir súrette meslekdaşlarınızla ve dîndaşlarınızla
ittifâk ediniz, ya‘nî ihtilâfa düşmeyiniz. ‘Böyle küçük mes’eleler için
kıymetdâr vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi
kıymetdâr şeylere sarf edeceğim’ deyip çekilerek ittifâkı
zayıflaştırmayınız. Çünkü, bu ma‘nevî cihâdda küçük mes’ele zannettiğiniz, çok
büyük olabilir. Bir neferin, bir saatte, mühim ve husúsí şerâit dâhılindeki
nöbeti bir sene ibâdet hükmüne ba‘zan geçmesi gibi, bu ehl-i hakkın
mağlûbiyyeti zamânında, ma‘nevî mücâhede mesâilinde, küçük bir mes’eleye sarf
olunan senin kıymetdâr bir günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet
alabilir, bir günün bin gün olabilir. Mâdem li-vechillâhtır; o işin küçüğüne,
büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlâs ve rızá-yı İlâhî yolunda
zerre, yıldız gibi olur. Vesîlenin mâhiyyetine bakılmaz, netîcesine bakılır.
Mâdem netîcesi rızá-yı İlâhî’dir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.”[11]
METİN
Ve ba‘zan bu harb
boğuşmalarını merâk ile ta‘kíb eden, bir tarafa kalben tarafdâr olur. Onun
zulümlerini hóş görür. Zulmüne şerîk olur.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Ve ba‘zan bu harb
boğuşmalarını merâkla ta‘kíb eden, bir tarafa kalben tarafdâr olur. Onun
zulümlerini hóş görür, zulmüne şerîk olur.) Bu cümle, bu harb
boğuşmalarını ta‘kíb etmenin ikinci bir zararını anlatmaktadır. Ya‘nî, geniş
dâirelerle meşgúl olmak;
1) Küçük
dâirelerdeki ehemmiyyetli vazífeleri unutturduğu gibi,
2) Böylesine
beşerin zálim kısmının boğuşmalarını ta‘kíb eden, onlardan bir kısmına meyleder
ve meylettiği kısmın zulmünü hóş görmekle cinâyetine şerîk olur.
Evet,
وَلاَ
تَرْكَنُوا اِلَى الَّذينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّار “Zálimlere ednâ meyil
dahi etmeyin, sonra ateş size dokunur”[12] âyetinin
nassıyla, zulme meyletmek ayn-ı zulümdür. Zálime meyleden, o zálimin aynı
ákıbetine ve cezâsına çarptırılır. Böyle kâfirlerin boğuşmalarını merâkla ta‘kíb
eden çok def‘a bir tarafa tarafdâr olur. Çünkü, ekser insânlar hikmet sáhibi
değildir ve şerîatı bilmemektedir. Onun için, kendi akıl ve hevâlarına göre
hükmeder ve bir tarafa meylederler. Rızá gözü de ayıbı görmediği için, tarafdâr
olduğu kâfirlerin zulümlerini hóş görürler. Hem şerîatı bilmediklerinden, neyin
adâlet, neyin zulüm olduğunu anlayamazlar. Hem her şeyin arkasındaki hikmet ve
rahmet-i İlâhiyyeyi görmedikleri ve her şeye asıl hükmeden kader-i İlâhî’yi
bilmedikleri ve âhiret nokta-i nazarından bakmadıkları için; akıl, kalb, rûh ve
hayâlleri dâimâ ıztırâb içinde kalır ve beşerin zulmü arkasındaki adâlet ve rahmet-i
İlâhiyyeyi görmediklerinden zımnî olarak Elláh’a adâvet ederler.
Evet, onlar, Kur’ân’ın
nûru ve şerîatın ölçüsü ile kader cânibinden mes’eleye bakıp, esbâb dâiresinin
hükmünü de anlayarak tam bir muvâzene ile muhâkeme etmek yerine; radyodaki
haberlere, zálimlerin yalan yanlış propagandalarına, câhil ve gáfillerin
telkínlerine göre muhâkeme etmektedirler. Onun için, böyle mes’elelerin merâkla
ta‘kíbi, ekser insânların zálimlere tarafdâr olmalarına ve onların zulümlerini hóş
görüp zulümlerine şerîk olmalarına sebeb olur. İşte böyle kimselere fâsık-ı
mahrûm denilir. Dünyâda bi’l-fiil o zulme iştirâk etmediği ve zulmün
netîcesinde elde edilen dünyevî menfaatlerden de mahrûm kaldığı hâlde, o zálimin
âhiretteki cezâsına da aynen ortak olur.
Müellif (ra)’ın “Meyve’nin
Dördüncü Mes’elesi”nde zikrettiği bu düstûr, -hâşâ- şu ânda kâfirlerin Müslümânlara
yaptıkları zulme karşı lâ-kayd kalmayı değil; aksine zulme uğrayan Müslümânlara
kalben tarafdâr olmayı emretmekte; kâfirlere kalben tarafdâr olmaktan veyâ bî-tarafâne
hükmetmekle ma‘nen ve iltihâken onların tarafında bulunmaktan nehyetmektedir. Müellif
(ra)’ın “Yirmi Altıncı Mektûb”da dediği gibi, bî-taraf olmanın muhálif
tarafı iltizâm etmek demek olduğu unutulmamalıdır. Fakat, İkinci Cihân Harbinde
iki taraf da kâfirdi. Her iki taraf da zulmediyordu. Böyle zálimlerin zálimâne
boğuşmalarını merâkla ta‘kíb etmek ve onların propagandalarını dinlemek hem lüzûmsuz,
hem de zararlıydı. Bugün ise durum çok farklıdır.
Şu
noktayı da unutmamak lâzımdır. Dünyâ târîhinde ma‘súmların hatáen öldürülmediği
ve zarar görmediği harb olmamıştır. Harbin zarûreti olarak harblerde ba‘zı
ferdlerin ba‘zı hatáları olmuştur. Hattâ, zamân-ı sahâbede dahi harblerde
zarûrete mebnî ba‘zı hatáların ba‘zı sahâbelerden vâkı‘ olduğu; hem Resûl-i
Ekrem (asm) ve sahâbe devrinde harblerde ba‘zı Müslümânların hatáen öldürüldüğü
ve Resûl-i Ekrem (asm) ve sahâbenin hatáen öldürülen o Müslümânların
diyetlerini ödediği siyer ve târîh kitâblarında nakledilmiştir.
Bu husús
bahâne edilerek, ya‘nî harbin zarûreti olarak Müslümânlardan ba‘zı ferdlerin
hatáları gösterilerek, onların haklı mücâdelelerini umûmen tenkíd etmek veyâ
onlara kalben tarafdârlığı terk etmek îmâna muháliftir. Ya‘nî, küfür ve
küfürden gelen zulümlerle, haklı ve mazlûm olan ehl-i îmânın harbin zarûreti
olarak hatá ile veyâ kendisini müdâfaa sırasında düştüğü durumları bir tutmamak
lâzımdır.
Ba‘zı sáf-dil
Müslümânlar, mü’minlerin Ka‘be hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud azametinde
olan İslâmiyyetlerini görmüyor, çakıl taşı gibi ufak tefek hatálarıyla meşgúl
oluyorlar. Kâfirlerin de Cehennem’i gerektiren dağ gibi küfür ve zulümlerini
görmüyor; belki setrediyorlar. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri bu husústa
şöyle buyuruyor:
“Ey insáfsız adam! Şimdi bak ki: Mü’min kardeşine kin
ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen, ádî küçük taşları, ‘Ka‘be'den
daha ehemmiyyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük’ desen, çirkin bir
akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Ka‘be hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud
azametinde olan İslâmiyyet gibi çok evsáf-ı İslâmiyye muhabbeti ve ittifâkı
istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyyet veren ve ádî taşlar hükmünde
olan ba‘zı kusúrâtı, îmân ve İslâmiyyete tercîh etmek, o derece insáfsızlık ve
akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..”[13]
Üstâd Bedîuzzamân
(ra) Hazretleri, işgále karşı mücâdele eden kuvâ-yı milliyye harekâtı içinde vukú‘
bulan ba‘zı hatáları şöyle değerlendirmiştir:
“S- Anadolu’da pek çok zulüm ediliyor ve pek çok
Müslümânlar i‘dâm ediliyor. Neden böyle yapıyorlar?
“C- Evet, maatteessüf pek fecî şeyler oluyor. Fakat, asıl sebeb, mel‘ún mim’siz
medeniyyet, öyle zálimâne bir silâh, şu harb-i vahşîyâneye vermiştir ki; o
silâhın karşısında dayanmak, onun nazíriyle mukábele etmek lâzım gelir. Şeşháne
ile mitralyoza mukábele edilmez. İşte o silâh, o düstûr ki, medeniyyet harbin
eline vermiştir. Ben de kendi gözümle Grandük Nikoloviç'in nâmına iki emri
gördüm.
“Der: ‘Askerimize bir köyden bir
tüfek açılsa, çoluk çocuğu ile imhâ edilecektir.’
“İkinci
emri de: ‘Bir
cemâatte bir adam, cebhe zararına bize hıyânet etse, çoluk çocuğu ile imhâ
edilecektir.’
“İşte
böyle azlem bir düstûr ile İngiliz Anadolu’ya hücûm ediyor.”[14]
Şimdi ise
o gizli zındıka komitesi, başta İngiliz milleti olmak üzere diğer milletleri de
tahrîk ederek Müslümânların can, mal ve ırzlarına daha şiddetli ve vahşîyâne
bir tarzda, hîç bir ölçü tanımadan hücûm ediyor. Üstâdın yukarıdaki cümlelerini
okuyucuların ferâsetine havâle ediyoruz.
Bedîuzzamân
(ra) Hazretlerinin yukarıda ifâde ettiği gibi; küffârın eşedd-i zulmüne karşı
ağız açıp beklemek olmaz. Çâresiz kalan, elbette mukábelede bulunur. Zîrâ, harb,
boğuşmaktan ibârettir. Harbin içinde adâlet-i támme aranılmaz. Müslümânların Ka‘be
hürmetinde olan îmân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyyetleri varken, onların
harbin zarûreti olarak meydâna gelen ufak tefek hatálarına, cüz’î yanlışlarına
bakılmaz. Sáhib oldukları îmân ve İslâmiyyet, o cüz’î hatâları affettirir ve hîçe
indirir inşâelláh.
Evet, böyle
eşedd-i zulme karşı tam adâletli bir harb yapmak mümkün değildir. Zîrâ, kâfirler,
hîç bir ölçü tanımadan havâda, karada ve denizde ma‘súm Müslümânları vuruyor. Uçaklarla
meskûn mahaller bombalanıyor; çocuklar, kadınlar, yaşlılar cânîce öldürülüyor. Elbette
böyle bir eşedd-i zulme karşı adâletle harb edilmez, aynıyla mukábele edilir.
“Harb
adâletten ibârettir” düstûru mevcûd iken; kâfirler en modern silâhlarla,
uçaklarla Müslümânları vuruyor; Müslümânlar ise taşla, ağaçla, tüfekle mukábele
ediyorlar. Elbette, bu derece eşedd-i zulme kalkışan vahşîlere karşı Müslümânların
tam adâletle mukábelede bulunmaları güç dışıdır. Mücâdele ederken, harbin zarûreti
olarak hatáen elbette kâfirlerden ba‘zı ma‘súmlar zarar görecektir. Harbin zarûreti
olarak meydâna gelen bu hatálarla Müslümânlar suçlanamaz. Çünkü, çâresizdirler.
Bu hâli daha iyi anlayabilmemiz için, kendimizi o ma‘súm ve çâresiz Müslümânların
yerine koymamız yeterlidir. Yakınlarımızın öldürüldüğünü, evlerimizin yakılıp
yıkıldığını, bizim gibi sâir dîn kardeşlerimizin de aynı duruma düştüğünü bir
an olsun düşünebilsek; o zamân çâresiz kalan Müslümânların ne derece haklı
olduklarını elbette derk ederiz.
METİN
Birinci noktaya cevâb ise: Evet,
bu Cihân Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemîn yüzündeki hâkimiyyet-i ámme
da‘vâsından daha ehemmiyyetli bir da‘vâ, herkesin ve bilhassa Müslümânların
başına öyle bir hâdise ve öyle bir da‘vâ açılmış ki; her adam, eğer Alman ve
İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da‘vâyı kazanmak
için bilâ-tereddüd sarf edecek.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Birinci noktaya cevâb ise: Evet, bu Cihân
Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemîn yüzündeki hâkimiyyet-i ámme) umûm
yeryüzüne hâkim olma (da‘vâsından daha ehemmiyyetli bir da‘vâ, herkesin ve
bilhassa Müslümânların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da‘vâ açılmış ki, her
adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o
tek da‘vâyı kazanmak için bilâ-tereddüd) tereddüdsüz (sarf edecek.)
Metinde
geçen cihân harbinden daha büyük “harb” ve “hâdise”; “şeytán-ı
ins ve cin” ile “mü’minler ve melâike” arasında
cereyân eden harbdir. Ya‘nî, “eşrâr ile ahyâr”, “füccâr
ile ebrâr” arasındaki dâimî olan asıl harbdir. Bu harbde ehl-i dalâletin
kullandığı en güçlü “silâh” ise, bilhassa bu asırda “kadın
táifesi”dir. Metinde geçen “da‘vâ” ise îmânın netîcesi olan ebedî
bir Cennet’i kazanmak veyâ kaybetmek da‘vâsıdır. İşte Risâle-i Nûr, bu dehşetli
mücâdelede Cennet’in anahtarı olan îmân-ı tahkíkíyi kazandırıyor.
Müellif (ra), âhirzamân fitnesinde, ehl-i dalâletin ehl-i îmânla olan muhârebesinde en dehşetli rolü oynayanların kadın táifesi olduğunu şöyle tasvîr etmektedir:
“Âhirzamânın fitnesinde
en dehşetli rolü oynayan, táife-i nisâiyye ve onların fitnesi olduğu Hadîs’in
rivâyetlerinden anlaşılıyor. Evet, nasıl ki, târîhlerde, eski zamânlarda ‘Amazonlar’
nâmında gáyet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir táife-i askeriyye olarak hárika
harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamânda zındıka dalâleti, İslâmiyyete
karşı muhârebesinde, nefs-i emmârenin plânıyla, Şeytán kumândâsına verilen
fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli
bıçaklarla ehl-i îmâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşháne
yolunu genişlettirmeğe çalışarak çokların nefislerini birden esîr edip kalb ve rûhlarını
kebâir ile yaralıyorlar. Belki, o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Bir kaç
sene nâ-mahrem hevesâtına göstermenin tam cezâsı olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in
odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını; ve dünyâda emniyyet ve sadâkatı
kaybettiği için, hılkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtâc olduğu münâsib
kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur. Hattâ, bu hâlin netîcesi
olarak o âhirzamânda, ba‘zı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riáyetsizlik
yüzünden, kırk kadına bir erkek nezáret edecek derecede ehemmiyyetsiz, sáhibsiz,
kıymetsiz bir súrete gireceği, Hadîs’in rivâyetinden anlaşılıyor.”[15]
Bu
İkinci Cihân Harbi, temelde iki devletin, ya‘nî Alman ve İngilizlerin dünyâya
hâkim olmak için yaptıkları bir harb idi. Hâlbuki:
a) Bu
dünyâ fânî olduğundan, ne Almanlara kalır, ne de İngilizlere.
b) Hem
onlar dünyâya hâkim olsalar bile, diğer insânlar dahi bu dünyâda onlarla
berâber yaşadıkları için, yine hakíkí ma‘nâda istedikleri gibi dünyâdan
istifâde edemezler.
c) Onların
dünyâdan istifâdeleri ise, yer olarak oturdukları kadar bir yer; zamân i‘tibâriyle
bulundukları ân; yedikleri, ancak mi‘delerinde olan; giyindikleri ise ancak
üzerlerinde bulunandır.
Oysa, her
bir insânın, husúsan her bir Müslümânın başına öyle bir da‘vâ açılmış ki; eğer
o da‘vâyı kazanırsa, Alman ve İngilizlerin etba‘larıyla berâber uğruna harb
ettikleri şu dünyâ kadar bâkí bir mülk, hûriler ve saraylarla süslü dâimî bir
Cennet ve sermedî bir saltanat sâdece tek bir mü’mine verileceği bütün kütüb-i
semâviyyenin tebşîrâtıyla musaddaktır. Nitekim, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, genişliği
semâ ve Arz kadar olan böyle bir Cennet’i elde etmek için mü’minlerin yarışması
gerektiğini şöyle ifâde etmektedir:
سَابِقُوا اِلَى مَغْفِرَةٍ
مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاءِوَاْلاَرْضِ اُعِدَّتْ
لِلَّذينَ امَنُوا بِاللهِ وَرُسُلِه ذلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَآءُ
وَالله ذُو الْفَضْلِ الْعَظيمِ
Meâli: “Rabbinizden mağfirete ve
genişliği semâvât ve Arz’ın genişliği kadar olan ve Elláh’a ve onun cümle
peygamberlerine îmân edenler için hâzırlanmış olan Cennet’e ulaşmak için
yarışınız. İşte bu Cennet, mağfiret ve rıdvân, Elláh’ın fazl u keremidir ki, onu
dilediğine verir. (Ya‘nî, Elláhu Teálâ bu Cennet’i îmân edip amel-i sálih
işleyenler için fazl u keremiyle hâzırlamıştır ve mağfiret ettiği kullarını o
Cennet’e koyar. Yoksa, kimse ameliyle Cennet’i hak edemez.) Elláh
büyük fazl sáhibidir.”[16]
Hadîsde
vârid olmuştur ki: “Cennet’in
bir tek hûrisini insânlar görseydi, yalnız onu elde etmek için kılınçlarıyla biribirleriyle
harb ederlerdi.”
Hem yine
Hadîsde vardır ki: “Cennet’ten
bir karış mülk, dünyâ ve içindekilerden hayırlıdır.”[17]
Şu fânî dünyâya
muvakkaten hâkim olmak için insânlar böyle silâhlı mücâdeleye girişirlerse ve
bu uğurda hâkimi olmak istedikleri dünyâyı mahvedip kendileri hakkında
Cehennem’e çevirirlerse; acabâ bir insân, bu dünyâ kadar bir mülk-i bâkíyi
kazanmak için, Alman ve İngiliz kadar kuvveti bulunsa ve bütün dünyâya mâlik
olsa, aklı da varsa, o da‘vâyı kazanmak için fedâ etmez mi?
Cennet, dünyâ ve
içindekilerden daha hayırlı olduğu ve onu kazanmak için aklı olan her insânın
bütün dünyâ servetini sarf etmesi lâzım geldiği gibi; aynı o insân âhirette o
kaybettiği da‘vâyı kazanmak veyâ müstehak olduğu Cehennem ateşinden kurtulmak
için, şu fânî dünyânın mülk ve saádetini fidye olarak verse de ne o da‘vâyı
kazanabilir, ne de o Cehennem ateşinden kurtulabilir. İşte, gelecek âyet-i kerîme
bu hakíkati ifâde etmektedir:
لِلَّذينَ اسْتَجَابُوا
لِرَبّهِمُ الْحُسْنى وَالَّذينَ لَمْ يَسْتَجيبُوا لَهُ لَوْ اَنَّ لَهُمْ مَا فِى
اْلاَرْضِ جَميعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لاَفْتَدَوْا بِه اُولئِكَ لَهُمْ سُوءُ
الْحِسَابِ وَمَأْويهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
Meâli: “Dünyâda táatle Rablerinin emrine icâbet eden mü’minler için, âhirette ahsen mükâfât vardır ki, o da Cennet’tir. Şunlar ki, Rablerine icâbet ve itáat etmeyip inkâra saptılar; eğer yeryüzünde bulunan eşyânın cümlesi ve onun bir misli daha onların olsa, o Cehennem azâbından kurtulmak için onu fedâ ederlerdi. Kıyâmette onlar günâhlarından dolayı hesâba çekilirler ve mağfiret olunmazlar. Onların meskeleri Cehennem’dir. O, ne fenâ döşektir.”[18]
METİN
İşte o da‘vâ ise, yüz bin
meşâhir-i insâniyyenin ve hadsiz nev-ı beşerin yıldızları ve mürşidlerinin
müttefikan, Kâinât Sáhibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine
istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin,
îmân mukábilinde bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkí ve
dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veyâ kaybetmek da‘vâsı başına açılmış.
Eğer îmân vesîkasını sağlam
elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyûnluk táúnuyla çoklar o da‘vâsını
kaybediyor. Hattâ, bir ehl-i keşif ve tahkík, bir yerde kırk vefiyyâtdan yalnız
bir kaç tânesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler.
Acabâ, bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse
doldurabilir mi?
İşte, o da‘vâyı kazandıracak
olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika bir da‘vâ
vekîlini o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî dünyâda kalacak gibi âfâkí
mâlâya‘niyyât ile iştigál etmek, tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i
Nûr Şâkirdleri, “Her birimizin yüz derece
aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf etmek lâzımdır” diye kanâatımız
var.
Ey hapis musíbetinde benim
yeni kardeşlerim!.. Sizler, benim ile berâber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i
Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şâkirdleri şâhid
göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki:
O büyük da‘vâyı yüzde
doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın kazancının vesîkası
ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in
mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir da‘vâ vekîli
bulunan Risâle-i Nûr’dur.
Bu on sekiz senedir benim düşmânlarım
ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet gaddârâne desîselerle hükûmetin ba‘zı
erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için bu def‘a gibi eskide dahi hapislere,
zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un çelik kal‘asında yüz otuz parça cihâzâtından
ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde
etse yeter.
Hem korkmayınız, Risâle-i
Nûr yasak olmaz! Hükûmet-i Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde
mühim risâleleri -iki, üçü müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı.
İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri
tam bir ıslâhháne yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara,
ekmek ve ilâç gibi tevzî‘ edecekler.
ŞERH VE ÎZÁHI
(İşte o da‘vâ
ise, yüz bin meşâhir-i insâniyyenin) insânların
meşhûrlarının (ve hadsiz nev-ı beşerin yıldızları ve mürşidlerinin), ya‘nî
enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın (müttefikan) ittifâkla (Kâinât Sáhibinin
ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir
kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
Herkesin,
îmân mukábilinde, bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlarla) saraylarla
(müzeyyen) süslü (ve bâkí ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veyâ
kaybetmek da‘vâsı başına açılmış.) Eğer da‘vâyı kazanırsa, dünyâ kadar bir
Cennet’i kazanacak. Eğer kaybederse, Cehennem gibi bir haps-i dâimîye atılacak.
O da‘vâyı
kazanmanın yolu ise îmândır. Herkes için Cennet’te îmân mukábilinde dâimî bir
mülk ihzâr edilmiş. Eğer îmânı sağlam elde etmezse, o bâkí mülkü kaybedecek. Yine
herkes için Cehennem’de de bir yer ihzâr edilmiştir. Îmân da‘vâsını kaybedenler,
o ebedî Cennet’ten mahrûm olmakla berâber; kendisi için hâzırlanan Cehennem’e
de idhál olacaktır.
Hadîs-i
Nebevîde vardır ki:
“Her insânın hem Cennet’te, hem de Cehennem’de
bir yeri mevcûddur. Mü’min, îmânıyla Cennet’teki kendi yerine sáhib olduğu gibi;
kâfirin Cennet’teki yerine de vâris olur. Kâfir ise; küfrü sebebiyle Cehennem’deki
yerine hak kazandığı gibi, mü’minin Cehennem’deki yerine de vâris olur.”
Yine
Hadîs’in ifâdesiyle: “Mü’minin Cehennem’deki
yerine bir Yahûdî veyâ bir Hıristiyan vâris olur.”[19]
(Eğer îmân vesîkasını sağlam elde etmezse,
kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyûnluk táúnuyla çoklar o da‘vâsını kaybediyor.)
Sıhhat-i îmânı bozan maddiyyûnluk hastalığı
bir táún, bir salgın hastalık gibi ehl-i îmâna bulaşmış; bu dehşetli hastalık
yüzünden îmâna árız olan şübhe mikrobları, çok kimsenin îmânını bozmuştur.
(Hattâ, bir ehl-i keşif ve tahkík, bir yerde
kırk vefiyyâttan yalnız bir kaç tânesi kazandığını sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler
kaybetmişler.)
Üstâd Bedîuzzamân
(ra)’ın birinci talebesi Hacı Hulûsí Bey‘in ifâdesiyle, bu kırk kişi, beş vakit
namâzını cemâatle kılan kişilermiş. Ya‘nî, o velî, beş vakit namâzını câmi‘de
cemâatle kılan kırk kişiden bir kaçı háric, diğerlerinin sekerâtta îmânlarını
kaybettiklerini müşâhede etmiştir. Müellif (ra)’ın zamânında câmi cemâatinin ekserîsi
bu da‘vâyı kaybederse; bu zamândaki Müslümânların hâli düşünülsün!
Hattâ, Hadîsde
vârid olmuştur ki: “Âhirzamânda mescidler dolu olur. Fakat,
ba‘zan içinde bir tâne bile mü’min bulunmaz.”
METİN
Acabâ, bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ
saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o da‘vâyı kazandıracak
olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika bir da‘vâ
vekîlini o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî dünyâda kalacak gibi âfâkí
mâlâya‘niyyât ile iştigál etmek, tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i
Nûr Şâkirdleri, “Her birimizin yüz derece
aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf etmek lâzımdır” diye kanâatımız
var.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Acabâ
bu kaybettiği da‘vânın yerini, bütün dünyâ saltanatı o adama verilse
doldurabilir mi?
İşte o da‘vâyı
kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o da‘vâyı kaybettirmeyen hárika
bir da‘vâ vekîlini) avukatı (o işte çalıştıran vazífeleri bırakıp, ebedî
dünyâda kalacak gibi âfâkî mâlâya‘niyyâtla iştigál etmek tam bir akılsızlık
bildiğimizden, biz Risâle-i Nûr şâkirdleri, ‘Her birimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da ancak bu vazífeye sarf
etmek lâzımdır’ diye kanâatımız var.)
Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in esrârından gelen Risâle-i Nûr, şu büyük da‘vâda, hárika bir avukat, bir da‘vâ vekîlidir ki, o da‘vânın berâtı olan tahkíkí îmânı, yüzde doksan talebesine kazandırmıştır. Yüzde on ise, Müellif (ra)’ın murâd ettiği ma‘nâya muhálif bir i‘tikáda sáhib olan veyâ beyân ettiği düstûrlara riáyet etmeyen kimselerdir.
Evet, Kur’ân,
وَاَمَّاالَّذينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ âyetinin ma‘nâ-yı işârîsi ile müjde veriyor ki, Risâle-i
Nûr şâkirdleri, ehl-i Cennet’tir inşâelláh! Nitekim, Müellif (ra) bu âyetin ma‘nâ-yı
işârîsiyle verdiği bu müjdeyi, “Birinci Şuá‘”da şöyle beyân
etmektedir:
“Resâili’n-Nûr
şâkirdleri, îmân ile kabre girecekler, îmânsız vefât etmezler. Cihân
saltanatından daha ziyâde kıymetdâr bir müjde-i Kur’âniyye, bir beşâret-i semâviyye
bu sahîfede vardır.”[20]
Risâle-i
Nûr şâkirdi ise; ferâizi işleyen, kebâiri terk eden, sünnetin her nev‘ıne tarafdâr
olan ve bid‘alara tarafdâr olmayan, Kur’ân ve Hadîsden sonra Risâle-i Nûr’u
hakáik-ı îmâniyye cihetinde hüccet olarak kabûl edendir.
O hâlde hem kendisi
için, hem de Álem-i İslâm için bu kadar ehemmiyyetli ve hayırlı hizmetleri ihmâl
ederek lüzûmsuz, zararlı, mâlâya‘nî ve âfâkí olan, ya‘nî îmâna ve âhirete temâs
etmeyen dünyevî ve siyâsî işlerle meşgúl olup böylece mü’minlerin îmânlarını
kurtarmak hizmetine fütur getirmek akılsızlıktır. Onun için, biz Risâle-i Nûr şâkirdleri,
bütün kuvvetimizle îmâna ve âhirete hizmet edip, siyâseti ve dünyevî hâdiseleri
merâkla ta‘kíb etmeyi terk etmişiz. Fakat, daha evvel de beyân ettiğimiz gibi; hâdisât-ı
álemden îmâna temâs eden cihetler bizi alâkadâr etmektedir. Biz Risâle-i Nûr şâkirdlerinin
vazífesi; îmân-ı tahkíkí dersini vermekle berâber, zarûrete mebnî maddî cihâd
yapan Müslümânlara da kalben tarafdâr olmaktır. Biz Risâle-i Nûr şâkirdleri, zarûret
olmadıkça cihâd-ı ma‘nevî ile mükellefiz. İlmî cihâda devâm etmekle berâber, maddî
cihâdı yapan mü’min kardeşlerimize de duá etmeliyiz. Her zamân ifrât ve tefrîtten
kendimizi muhâfaza etmeliyiz.
Hem
böyle bir da‘vâ vekîline karşı lâ-kayd ve müstağnî kalmak da akılsızlıktır. Bu
sebeble, Risâle-i Nûr’u okumayan insânlar da, ona karşı lâ-kaydlığı terk edip o
da‘vâ vekîlini elde etmeğe, ya‘nî onu okuyup anlamaya çalışmalıdırlar. Bu
yüzden müellif (ra) hapishánedeki mahbûslara, Risâle-i Nûr’u tavsiye ederek
diyor ki:
METİN
Ey hapis musíbetinde benim
yeni kardeşlerim!.. Sizler, benim ile berâber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i
Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şâkirdleri şâhid
göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki:
O büyük da‘vâyı yüzde
doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın kazancının vesîkası
ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in
mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir da‘vâ vekîli
bulunan Risâle-i Nûr’dur.
Bu on sekiz senedir benim düşmânlarım
ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet gaddârâne desîselerle hükûmetin ba‘zı
erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için bu def‘a gibi eskide dahi hapislere,
zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un çelik kal‘asında yüz otuz parça cihâzâtından
ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde
etse yeter.
Hem korkmayınız, Risâle-i
Nûr yasak olmaz! Hükûmet-i Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde
mühim risâleleri -iki, üçü müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı.
İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri tam bir ıslâhháne
yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara, ekmek ve ilâç
gibi tevzî‘ edecekler.
ŞERH VE ÎZÁHI
(Ey
hapis musíbetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle berâber gelen eski
kardeşlerim gibi Risâle-i Nûr’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler
şâkirdleri şâhid göstererek derim ve isbât ederim ve isbât etmişim ki:
O büyük da‘vâyı
yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da‘vânın
kazancının vesîkası ve senedi ve berâtı olan îmân-ı tahkíkíyi eline veren ve Kur’ân-ı
Hakîm’in mu‘cize-i ma‘neviyyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamânın birinci bir
da‘vâ vekîli bulunan Risâle-i Nûr’dur.
Bu on
sekiz senedir benim düşmânlarım ve zındıklar ve maddiyyûnlar, aleyhimde gáyet
gaddârâne desîselerle hükümetin ba‘zı erkânlarını iğfâl ederek bizi imhâ için
bu def‘a gibi eskide dahi hapislere, zindânlara soktukları hâlde, Risâle-i Nûr’un
çelik kalesinde yüz otuz parça cihâzâtından ancak iki-üç parçasına
ilişebilmişler.)
Ya‘nî, Risâle-i
Nûr’un îmâna dâir delîlleri o kadar kuvvetlidir ki, kimse ona i‘tirâz
edememektedir.
(Demek avukat tutmak isteyen), ya‘nî cin ve insle maddeten ve ma‘nen mücâhede ederken
Cennet’in anahtarı olan îmân da‘vâsını kazanmak husúsunda bir müdâfaacı tutmak
isteyen, ya‘nî îmânını kurtarmak isteyen (onu elde etse), ya‘nî
Risâle-i Nûr’u Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat i‘tikádına göre anlayıp mûcibince amel
etse; îmânını tahkíka çevirmek noktasında Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten
sonra (yeter.
Hem korkmayınız, Risâle-i Nûr yasak olmaz. Hükümet-i
Cumhûriyyenin meb‘úsları ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri -iki, üçü
müstesnâ olarak- serbest geziyorlardı.
İnşâelláh, bir zamân hapisháneleri tam bir ıslâhháne yapmak için bahtiyâr müdürler ve me’mûrlar, o nûrları mahbûslara, ekmek ve ilâç gibi tevzî‘ edecekler.)
(Kaynak: Reddu’l-Evham, s. 331-355)
[3]
Mektûbât, 29. Mektûb, 9. Kısım, 1.
Telvih, s. 475-476.
[4]
Kastamonu Lâhikası, s. 46-47.
[5] Lem‘alar, 17. Lem‘a, 13. Nota, s. 132.
[6]
Haşr Sûresi, 59:19- Tefsîr-i Nesefî.
[7]
Mâide Sûresi, 5:105.
[8]
Müslim.
[9]
Müslim, no. 2586.
[10]
Tevbe Sûresi, 9:122.
[11]
Lem‘alar, 20. Lem‘a, 6. Sebeb, s. 155.
[12]
Hûd Sûresi, 11:113.
[13]
Mektûbât, 22. Mektûb, 1. Mehbas, 1.
Vecih, s. 281.
[14]
Tulûát, İfâde, s. 91.
[15]
Gençlik Rehberi, s. 23-24.
[16]
Hadîd Sûresi, 57:21; İbn-i Abbâs,
Medârik.
[17]
Ebû Hüreyre ve Enes’ten rivâyet.
[18]
Ra‘d Sûresi, 13:18; İbn-i Abbâs.
[19]
İbn-i Kesîr, c. 3, s. 301.
[20]
Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 2. Suâl, 26. Âyet,
s. 592.