بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةٌ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ اَبَدًا     

Dünyânın diken üstünde durduğu; devletlerin ve milletlerin birbirilerine saldırmak için fırsat kolladığı; siyâsetin hemen hemen ilgili-ilgisiz herkesi kendisiyle meşgúl edip alâkasız insanları mühim iş ve vazífelerinden alıkoyduğu; bilip bilmediği her konuda herkesin ahkâm kestiği bir zamanda Molla Muhammed Doğan Hocamızın kitâblarını yayınlayan Semendel (eski Tahşiye) Yayınları olarak, okuyucularımız, sevenlerimiz ve kamuoyuna söyleyecek birkaç çift sözümüz var.

Başta kitâblarımızın müellifi Molla Muhammed Doğan Hocamız olmak üzere, Semendel (eski Tahşiye) Yayınları olarak referansımız, “Kitâb (Kur’ân), Sünnet (Hadîs), İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe”dir. Ve dolayısıyla, bu dört unsuru bu zamânda en güzel şekilde îzáh ve isbât ettiği için, Kur’ân tefsîri olan Risâle-i Nûr’dur. Bugüne kadar yayınladığımız onlarca kitâb, bu beyânımızın delîlidir.

Ümmetin birlik ve berâberliğinin ancak Kitâb (Kur’ân), Sünnet (Hadîs), İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe etrafında toplanmakla mümkün olabileceğine, 60 İslâm ülkesinin ecnebî dayatmalarını terk ederek bu dört unsuru eğitim ve öğretimle hayâtın her kademesine koymakla yenilmez bir güce erişeceklerine samîmî olarak inanıyoruz.

Semendel (eski Tahşiye) Yayınları olarak bir daha hatırlatıyoruz ki; “Kitâb (Kur’ân), Sünnet (Hadîs), İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe”ye muhálefet etmememiz lazımdır. Ve dolayısıyla, bu dört unsuru bu zamânda en güzel şekilde îzáh ve isbât ettiği için “Risâle-i Nûr”a da muhálefet etmeyelim. Cay-cuyla bir alâkamız yoktur. Meslek ve meşrebe áidiyyeti gösteren, bir gruba mensûbiyyeti ifâde eden ve sonunda cı-ci ve cu-cü eklerini taşıyan mefhûm ve davranışları tasvîb etmiyoruz. Kur’ân, Hadîs, Fıkıh, Tefsîr ve bu zamanda bunları en güzel şekilde açıklayan Risâle-i Nûrları okuyoruz; ancak “Nûrcu” değiliz.

Üstâd Bedîüzzâmân’ın beyân buyurdukları gibi, çoğalmak, etrâfımıza adam toplamak, insânları kendimize bağlanmaya da’vet etmek gibi bir niyyet ve teşebbüsümüz de yoktur:

“Ey sevâba hırslı ve a'mâl-i uhreviyyeye kanâatsiz insan! Ba’zı peygamberler gelmişler ki, mahdûd birkaç kişiden başka ittibâ’ edenler olmadığı hâlde, yine o peygamberlik vazífe-i kudsiyyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek, hüner, kesret-i etbâ' ile değildir. Belki, hüner, rızâ-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla, ‘Herkes beni dinlesin?’ diye, vazífeni unutup vazífe-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabûl ettirmek, senin etrâfına halkı toplamak, Cenâb-ı Hakk’ın vazífesidir. Vazífeni yap, Ellâh'ın vazífesine karışma.”[1]

Yeraltı veyâ yerüstü, herhangi bir örgütle irtibât ve iltisâkımız yoktur. Bir örgüt değiliz, örgütsel bir merkezimiz ve faaliyyetimiz de yoktur. Normal vatandaşlık vazífelerimiz dışında aktif siyâsetle de bir ilgimiz bulunmamaktadır.

Biz Kálû Belâ’dan Cem’ıyyet-i Muhammedî’ye dâhiliz. Toplanma merkezlerimiz câmiler, mescidler, Ka’be-i Muazzama ve Cebel-i Arafat’tır. Câmi ve mescidlerimizde bütün mü’min kardeşlerimizle sabâh, öğle, ikindi, akşâm ve yatsı namâzlarında günde beş def’a; Cum’a namâzlarında haftada bir; ve Bayram Namâzlarında yılda ikişer def’a omuz omuza ibâdet ederiz. Senede bir def’a da mü’min kardeşler olarak Ka’be-i Muazzama’da umûmî kongremizi yapar, Cebel-i Arafat’ta vakfeye dururuz.

Siyâseti ayağa düşürmenin ne kadar zararlı olduğunu, bu zamânın en güzel Kur’ân tefsîri olan Risâle-i Nûr’dan bir mektûbla ortaya koymak yerinde olacaktır. Üstâd Bedîüzzaman’ın hizmetkârlarından Emin'le Feyzi'nin, “Siyâsî geniş dâireleri merâkla  ta’kíb eden, küçük dâireler içindeki vazífelerinde zarar eder. Bunun îzáhını istiyoruz” şeklinde sordukları bir suâle, Üstâdlarından aldıkları cevâb şöyledir:

“Evet, bu zamânda merâkla radyo [şimdilerde yazılı ve görsel basın, envâı çeşit sosyal medya] vâsıtasıyla ciddî alâkadârâne küre-i Arz’daki boğuşmalara merâk edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve ma’nevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, ma’nevî bir dîvâne olur; ya kalbini dağıtır, ma’nevî bir dînsiz olur; ya fikrini dağıtır, ma’nevî bir ecnebî olur.

“Evet, ben kendim gördüm: Lüzûmsuz bir merâkla,  mütedeyyin iken ámî bir adam, -beride ilme mensûbiyyeti varken-; eskiden beri İslâm düşmânı olan bir kâfirin mağlûbiyyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzûniyyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemâatinin bir kâfire karşı mağlûbiyyetinden mesrûriyyetini gördüm. Böyle ámî bir adamın alâkası, bir geniş dâire-i siyâset hatırı için böyle kâfir bir düşmânı, mücâhid bir seyyide tercîh etmek, acaba dîvâneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acîb bir misâli değil midir?

“Evet, háricî siyâset me’mûrları ve erkân-ı harbler ve kumândânlara bir derece vazífece münâsebeti bulunan siyâsetin geniş dâirelerine áid mesâili, basít fikirli ve idâre-i rûhiyye ve dîniyyesine ve şahsıyyesine ve beytiyyesine ve karyesine áid lüzûmlu vazífesini geri bıraktırmakla onları merâklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeye áid zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve ma’nen öldürmekle dînsizliğe yer ihzâr etmek tarzında, kemâl-i merâkla, onlara göre mâlâya’nî ve lüzûmsuz mesâil-i siyâsiyyeyi radyoyla [şimdilerde yazılı ve görsel basın, envâı çeşit sosyal medya vâsıtalarıyla] ders verip dinlettirmek, hayât-ı ictimâıyye-i İslâmiyyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği netîceleri düşündükçe tüyler ürperir.

“Evet, her bir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadârdır. Fakat, bu alâkadârlık, muvakkat cereyânlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini ba’zı şahısların muvakkat siyâsetlerine tâbi’ etmek, belki aynını telakkí etmek çok yanlış olmakla berâber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazífesinden herkese düşen vazífe bir ise, kendi kalb ve rûhundan idâre-i şahsıyye ve beytiyye ve dîniyye, ve hâkeza, çok dâirelerden hakíkí vazífedâr olduğu hizmet ve alâka ve merâk on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzûmlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzûmsuz ve ona göre mâlâya’nî olan siyâset cereyânlarına fedâ etmek, dîvânelik değil de nedir?”[2]

Demek, idârecilerle háriciyyeciler, kurmay askerler ve komutanlar dışında avâm ta’bîr edeceğimiz geniş kitlelerin asgarî vatandaşlık vazífeleri dışında siyâsetle bu derece alâkadâr olması pek çok bakımdan mahzá zarardır. Buna göre, hikmet-i hükûmetle idâre ve siyâsetin inceliklerini bilemediğimiz için devletin ve idârenin tasarruflarıyla alâkalı olarak ileri geri konuşmayı, devletin ve idârenin işlerini zorlaştırmayı, Semendel (eski Tahşiye) Yayınları olarak doğru bulmuyoruz. Evet, álemin ıslâhını, memleketimizde işlerin düzelip rayına oturmasını istiyoruz. Ancak, elimizde duádan başka bir şeyimiz yok. Bu husústa Üstâdımız Bedîuzzamân Hazretlerinin İkinci Cihân Harbi esnâsında söylediğine iktidâen biz de diyoruz ki:

“Kádir-i Külli Şey bir dakíkada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrâk yüzünde ziyâdâr güneşi gösterdiği gibi, bu zulümâtlı ve rahmetsiz bulutları izâle edip hakáik-i şerîatı Güneş gibi gösterir. O’nun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îmân versin; o vakit kendi kendine iş düzelir.”

Hem dünyâ siyâseti öyle müstakil de değil ki. Ecnebî emellerini sezmek, háricî parmakları fark etmek lâzımdır ki onlara âlet olmayalım. Düşünce ve davranışlarımız onların hánesine yazılıp düşmâna kuvvet vermesin. Bu konuda yine Üstâd Bedîuzzamân’ın 100 yıl önce yapmış olduğu tesbît bugün de hâlen geçerli değil midir?

“İstanbul siyâseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyânlaştırır. Biz müteharrik-i bizzât değiliz, bi’l-vâsıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvîm [uyutmak] ile telkín eder, biz kendimizden hayâl edip, asammâne [sağırcasına] tahrîbimizde eser-i telkíni icrâ ederiz [onların isteklerini yerine getiririz].”

Başkalarını bilemeyiz, ama okuyucularımıza ve sevenlerimize Kur’ân, Hadîs, Fıkıh, Tefsîr ve bu zamanda bu dört unsuru en güzel şekilde açıklayan Risâle-i Nûr’lar ile yayınladığımız ve yayınlamaya devâm ettiğimiz onlarca şerh ve tefsîr yeter de artar bile. Lüzûmsuz siyâsî tartışmalar, aktüalite ile gereksiz meşgúliyyet, onu bunu tenkíd, dedikodu ve gıybet yerine pek çok konuda tecdîd yapan Risâle-i Nûr’ların ortaya koyduğu sahâbe mesleğinde derinleşmek ve bu konuda yakınlarımızla çevremize faydalı olmak daha güzel olmaz mı? Günümüzü Kur’ân, Hadîs ve Risâle-i Nûr’la süslesek, Rabbimizi (cc) ve Resûl-i Ekrem (asm)’ı memnûn ve râzı etmiş olmaz mıyız?

Sözlerimize Üstâd Bedîuzzâman’ın ders ve ibretli beyânlarıyla son verip, Rabbimizden de bu nasíhatlara tâkatımız miktarınca uymamızı nasíb ü müyesser etmesini temennî ve niyâz eyliyoruz:

“Bizler, ölüme karşı nûr-i Kur'ân ile cidâldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için- bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekáya baktığı için- mukábil gelmiyor. Mâdem onlar dîvânelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazífemizin zararına onların küçük mes’elelerini merâkla ta’kíb ediyoruz?”[3]

“Denilmiş: ‘Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?’

“Elcevâb: Dokuz-on sene evveldeki Eski Saíd, bir mikdâr siyâsete girdi. Belki, ‘Siyâset vâsıtasıyla dîne ve ilme hizmet edeceğim’ diye beyhûde yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzúliyâne, hem en lüzûmlu hizmete mâni’ ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimâli var.

“Hem siyâsete giren, ya muvâfık olur veyâ muhálif olur. Eğer muvâfık olsa, mâdem me’mûr ve meb’ús değilim; o hâlde, siyâsetçilik bana fuzúlî ve mâlâya’nî bir şeydir. Bana ihtiyâc yok ki beyhûde karışayım. Eğer muhálif siyâsete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyâc yok. Çünkü, mesâil tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhûde çene çalmak ma’nâsızdır.”[4]

“Câ-yı dikkat bir hâdise: Bir zamân, bu garazkârâne tarafgirlik netîcesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyâsîsine muhálif bir álim-i sálihi, tekfîr derecesinde tezyîf etti. Ve kendi fikrinde olan bir münâfığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyâsetin bu fenâ netîcelerinden ürktüm, ‘اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ’ dedim, o zamândan beri hayât-ı siyâsiyyeden çekildim.”[5]

Semendel (eski Tahşiye) Yayınları

12.11.2017

[1] Lem’alar, Yirminci Lem’a, 3. Sebeb, s. 156.

[2] Kastamonu Lâhikası, s. 38.

[3] Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 43.

[4] Mektûbât, Onaltıncı Mektûb, Birinci Nokta, s. 68

[5] Mektûbât, Yirmi İkinci Mektûb, Dördüncü Vecih, s. 267

Giriş Yap

Giriş Yapın ve Hesabınızı Yönetin

Bir Hesabınız Yok mu? Üye Ol