İctihâd”, meşakkat, güç ve tâkat ma‘nâsında olan “cehd” kelimesinden türetilmiştir. İctihâd lügatte, bir işin talebinde, cehd edilen şeye kavuşmak ve onun nihâyetine ulaşmak için güç ve kuvvetini sarf etmektir.[1]

İctihâdın ıstılâhî ma‘nâsı ise, şerîatın hükmünü delîlinden çıkarıp anlamak için cehd ü gayret sarf etmektir.[2]

İctihâd, farz-ı kifâyedir ve meşrûıyyeti kitâb, sünnet ve icmâ‘ ile sâbittir. Şu âyet-i kerîmeler, ictihâdın vücûdunu ve lüzûmunu ifâde etmektedir:

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُوْلى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ

Eğer onlar o haberi işitince Resûlulláh’a (Kur’ân ve Hadîs’e) ve ashâb-ı re’y ve tedbîre ve işten anlayanlara (müctehid ulemâya) reddetmiş olsalardı; o haber için istinbât ve istihrâca ehil ve erbâb olan ulemâ ve sáhib-i fikir olan kimseler o haberin ifşâya sálih olup olmadığını bilirler ve hâl ü maslahata göre ictihâd ve lâyıkı vech üzere hareket ederlerdi.[3]

فَاعْتَبِرُوا يَا اُولى اْلاَبْصَارِ

Ey akıl ve basíret sáhibleri, ibret alınız![4]

KİMLER İCTİHÂD YAPABİLİR?

Usûl ulemâsı, müctehidde şu sıfatların bulunmasını şart koşmuşlardır:

1. Müslümân olması.

2. Sahîhu’l-fehim olması. Ya‘nî, gáyet doğru ve selâmetli bir anlayış sáhibi olması.

3. Ahkâmın menba‘ ve masdarları olan Kitâb, Sünnet, İcmâ‘ ve Kıyâsı çok iyi bilmesi.

4. Nâsih ve mensûhu iyi bilmesi.

5. Arab lügatını, Sarfı, Nahvi ve Belâgati çok iyi bilmesi.

6. Usûl-i fıkıhda álim olması.

Burada kitâbı bilmekten murâd, ahkâm âyetlerini bilmektir. Yoksa, âyetlerin hıfzı değil, belki kolaylıkla onlara ulaşabilecek bir súrette o âyetlerin yerlerini ve âyetlerin ma‘nâlarını iyi bilmektir.

Sünneti bilmekten murâd, ahkâm husúsunda vârid olan hadîsleri bilmektir. Yoksa, murâd, o hadîslerin hıfzı değildir. Ancak, ihtiyâc olduğunda mürâcaat etmesi için ahkâm hadîslerinin her bir bâbın mevkııni kolaylıkla bulup çıkarabilecek bir derecede, ahkâm hadîslerinin ekserîsini câmi‘ bir temele ve ilme sáhib olması ve bilmesi kâfîdir. Hem o hadîslerin makbûlünü merdûdundan ayırt edip tanıyabilmesi lâzımdır. Ya‘nî, muhaddislerin kabûl ettikleri hadîslerle reddettikleri hadîsleri bilip ayırt etmesi lâzımdır. Hem nâsih ve mensûhunu bilmesi de şarttır ki, mensûh olan bir hadîsle fetvâ vermesin.

Hem Arab lügatını da çok iyi bilmesi lâzımdır ki, Kur’ân’ı ve Sünneti doğru bir şekilde anlaması mümkün olsun. Çünkü, Kur’ân ve Sünnet, Arab lisânıyla vârid olmuş ve Arabların kelâm üslûbları üzerine cârî olmuşlardır.

Hem müctehidin usûl-i fıkhı da iyi bilmesi lâzımdır ki, ahkâmı istinbât ederken ve delîller teáruz ettiği vakitte, ya‘nî delîller biribirine záhiren ters düştüğü vakitte tercîh yaparken usûl-i fıkhın sahîh káidelerinden dışarı çıkmasın. Şu şartlar, bütün fıkhî mes’elelerde ictihâd edebilecek olan bir mutlak müctehidde bulunması gereken şartlardır.[5]

İctihâdın şartlarını hâiz olmayan bir kimse, nazariyyâtta mutlaka Ehl-i Sünnet içindeki bir mezhebe ittibâ‘ etmek ve müctehidleri taklîd etmek mecbûriyyetindedir. Binâenaleyh, ictihâdın şartlarını hâiz olmayan bir kişinin dînî mes’elelerde kendi aklı ve hevâsıyla konuşup “Bu mes’elede ben böyle düşünüyorum” veyâ “Bence doğru olan budur” demesi, ya‘nî kendi re’yince bir meslek îcâd etmesi câiz değildir. O hâlde, ileride anlatılacağı üzere, şu ânda ictihâda ehliyyetli kimse bulunmadığından ve ictihâdın yapılmasına mâni‘ler bulunduğundan, her bir mü’min, meslek ve efkârını, Kur’ân ve hadîsin muhkemâtına ve Ehl-i Sünnet mezheblerinin hükümlerine uydurmak mecbûriyyetindedir.

İCTİHÂD NERELERDE YAPILIR?

İctihâdın mevzúu, hakkında kat‘í delîl bulunmayan bütün şer‘í hükümlerdir.[6] Müctehid, hakkında Kitâb ve Sünnette kat‘í delîl bulunmayan bir mes’eleyle karşılaştığında onun hakkında ictihâd eder. Fakat, şu ictihâdın, yine Kitâb ve Sünnete dayanması gerekir. Yoksa, mücerred kendi aklına göre hüküm veremez. Bu noktadan müctehidin ictihâdı, yine Kur’ân ve Hadîse râci‘dir. Ya‘nî, müctehid, mes’eleyi Elláh ve Resûlüne, ya‘nî Kur’ân ve Hadîse arz eder, ve ezelî ve ebedî olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l- Beyân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin küllî ma‘nâ tabakátından o mes’elenin hükmünü istinbât eder. Binâenaleyh, ictihâd her ne kadar müctehide isnâd edilse de, hakíkatte Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin ma‘nâ tabakalarıdır. Fakat, ileride îzáh edeceğimiz üzere, ictihâdlar izáfî hakíkatler olduğu için müctehidlere izâfe edilerek zikredilir. Yoksa, o müctehidin kendi re’yine göre verdiği bir hüküm değildir. Belki, Kur’ân ve Hadîsin hazînesinden o müctehid eliyle çıkarılmış cevherlerdir. Şu âyet-i kerîme bu ma‘nâyı ifâde etmektedir:

يَآ اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اطيعُوا الله وَاطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ فاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْويلاً

Ey mü’minler! Elláh’a (ya‘nî Kur’ân’a) ve Resûlüne (ya‘nî Hadîse) ve sizden olan ulü’l-emre (ya‘nî bir te’vîle göre, müctehid ulemâya) itáat edin. Eğer siz bir şeyin hükmü hakkında nizâ‘ ederseniz, onu Elláh’ın kitâbına ve resûlünün sünnetine reddedin. Eğer Elláh’a ve yevm-i âhirete îmân ederseniz, Elláhu Teálâ’nın ahkâmına ve resûlünün sünnetine mürâcaat edin. Şu kitâbulláha ve sünnet-i Resûlulláha mürâcaat, sizin için hayırlı ve ákıbet yönünden gáyet güzeldir.[7]

Bu hakíkate binâen Üstâd Hazretleri de ictihâdı ta‘rîf ederken onu Kur’ân’a nisbet ederek ta‘rîf etmiş ve şöyle demiştir:

İctihâdda, ya‘nî istinbât-ı ahkâmda, ya‘nî Cenâb-ı Hakk’ın marziyyâtını kelâmından anlamakta, Sahâbelere yetişilmez.[8]

İşte, şu sırra göre, ictihâdın mevzúunu şöyle îzáh etmek mümkündür:

Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın menbaı olan Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın âyetleri iki kısımdır.

Birincisi: Ma‘nâsı açık olan ve hîç bir súrette te’vîli mümkün olmayan âyetlerdir ki, bunlara “Muhkemât” denilir. Bunlarda aslâ ictihâd olmaz. Bunları te’vîl etmek, bid‘at ve dalâlettir. Bu muhkemât ise; dînin yüzde doksanını teşkîl etmektedir. Bunlar, dînin ana esâsları, temeli ve dînin üstünde durduğu ana sütûnlarıdır. Ehl-i Sünnet dâiresindeki hîç bir hak müctehid şu muhkemâta ilişmemiş, olduğu gibi kabûl etmişlerdir. Bedîuzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor: 

Mezâhibin ihtilâfı ise: Sáhib-i şerîatın gösterdiği nazarî düstûrların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. ‘Zarûriyyât-ı dîniyye’ denilen ve kábil-i te’vîl olmayan ve ‘Muhkemât’ denilen düstûrları ise, hîç bir cihette kábil-i tebdîl değildir ve medâr-ı ictihâd olamaz. Onları tebdîl eden, başını dînden çıkarıyor; 

يَمْرُقُونَ مِنَ الدّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ káidesine dâhıl oluyor.[9]

İkincisi: Muhkem olmayan kısım ki, bunların ma‘nâsı muhkemât gibi açık değildir, te’vîle kábildir. Onların ma‘nâsını anlamak için, ilimde rüsûh sáhibi olmak lâzımdır. Şu kısım âyetlerde olan müşkilât -hâşâ- âyetlerin lafzındaki bir kapalılıktan ve beyânın kusúrundan gelen bir müşkilât değil, belki ma‘nânın ince ve derin veyâ yüksek ve geniş olmasından kaynaklanmaktadır ki, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân o ma‘nâları mümkün olan en kolay ve açık súrette ifâde etmiştir. Ya‘nî, bu kısım âyetlerdeki müşkilât, muhátabın kusúrundan ve ilminin eksikliğinden gelmektedir. Onların ma‘nâsını anlayabilmek için râsih bir ilme sáhib olmak lâzımdır. İşte ictihâd, şu kısım âyetlerde olmaktadır ki, bu da dînin yüzde onunu teşkîl etmektedir. Kur’ân’ın tefsîri olan hadîs-i şerîfler de bu iki kısma ayrılmaktadır.

Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, bu husúsu şöyle ifâde etmiştir:

Erkân ve ahkâm-ı zarûriyye -ki yüzde doksandır- bi’z-zât Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsîri mâhiyyetinde olan sünnetin malıdır. İctihâdî olan mesâil-i hılâfiyye ise yüzde on nisbetindedir.[10]

Bu münâsebetle, delâleti vâzıh ve bedîhî olan lafızlarla, delâleti vâzıh ve bedîhî olmayan lafızları zikredeceğiz. Şöyle ki: 

Bir kelime ve bir lafız, delâlet ettiği ma‘nâ ve bildirdiği mefhûm i‘tibâriyle iki kısma ayrılır. 

BİRİNCİ KISIM 

DELÂLETİ VÂZIH VE BEDÎHÎ OLAN LAFIZLARDIR       

Lafzın delâlet ettiği ve bildirdiği ma‘nâ vâzıh ve bedîhîdir. O lafzın o ma‘nâyı bildirmesi husúsunda dışardan başka bir delîl ve karîneye ihtiyâc yoktur. Ya‘nî, bi’z-zât o lafız, kendisi o ma‘nâyı bildiriyor. Buna “vâzıhu’d-delâlet” denir. Bu da, “záhir, nass, müfesser ve muhkem” olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlar vuzúh-i delâletin kuvvet ve za‘fına göre şöyle sıralanabilir: Vuzúha en az delâlet edeni záhirdir. Daha sonra nass, ondan sonra müfesser gelir, en kuvvetlisi ise muhkemdir. Şimdi, bu dört kısmı birer birer îzáh etmeye çalışacağız: 

Birincisi: Záhir”dir ki: Lügatta “açık” ma‘nâsına gelmektedir. Istılâhda ise; bir ma‘nâya açıkça delâlet eden lafızdır. Ya‘nî, lafız ve kelime, záhiren o ma‘nâyı bildirir ve bu ma‘nâyı bildirmekte dışardan bir emr-i háricîye ihtiyâc yoktur. Bi-zâtihî o kelime ve o cümle, o ma‘nâyı vâzıhan bildiriyor. Lâkin, kelâmın siyâkı o ma‘nâ için değildir. Meselâ: 

وَاَحَلَّ الله الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرّبوا Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı.[11] Bu âyet, açıktan açığa bedâheten alışverişi helâl, fâizi ise harâm kılar. Bu ma‘nâ اَحَلَّ ve حَرَّمَ kelimelerinden vâzıhan anlaşılır. Bu ma‘nânın anlaşılması için de háricî bir karîneye ihtiyâc yoktur. Zâten bedîhîdir. Fakat, âyet-i kerîmenin sevk ve zikri, bu ma‘nâ için değildir. Zîrâ, âyetin sevk ve zikrinden asıl maksad, alış veriş ile fâiz arasındaki benzerliği nefyetmektir. Ya‘nî, “Alış veriş de fâiz gibidir” diyenlerin sözünü reddetmek içindir. 

Záhirin Hükmü: 

1) Te’vîle kábildir. Ya‘nî, záhirî ma‘nâsı değil, başka bir ma‘nâ murâd edilebilir. Meselâ, âyetin záhirî ma‘nâsı umûmî iken, belli ferdlere tahsís edilebilir. Mutlak iken belli kayıtlarla takyîd edilebilir. Hakíkí ma‘nâsı değil, mecâzî ma‘nâsı da kasd edilebilir. 

2) Lafzın bildirdiği záhirî ma‘nânın dışında başka bir ma‘nânın kasd edildiğine dâir bir delîl yoksa, o záhirî ma‘nâ ile amel etmek vâcibdir. Ya‘nî, lafzın záhirî ma‘nâsı umûmiyyeti bildiriyorsa, bütün ferdlere teşmîl edilir. Eğer o lafzın mecâz ma‘nâsında kullanıldığına dâir bir karîne ve mecbûriyyet yoksa, sâdece hakíkí ma‘nâsında kullanılır. Fakat, ba‘zı karîneler varsa, tahsís ve mecâz da kullanılabilir. Meselâ; “Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı[12] âyet-i kerîmesinin ifâde ettiği ma‘nâ, záhiren bütün alış verişin nev‘lerini ihtivâ etmektedir ve bütün alış veriş nev‘lerinin helâl olduğunu bildiriyor. Fakat, hadîslerle, şarabın satışı ve dînde harâm olan ba‘zı bey‘ler (satışlar) ile bu umûmî ma‘nâ tahsís edilmiştir. 

3) Peygamber (asm) zamânında neshi kabûl eder, ondan sonraki asırlarda ise neshi kabûl etmez. 

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan İkincisi: Nass”dır. Istılâhda; sevk edildiği ma‘nâya delâlet eden lafızdır. Ya‘nî, lafız ve kelime záhiren o ma‘nâyı bildirir ve bu ma‘nâyı bildirmekte dışardan bir emr-i háricîye ihtiyâc yoktur. Bi-zâtihî o kelime ve o cümle, o ma‘nâyı vâzıhan bildirir ve o kelâmın sevk ve zikri, o ma‘nâ içindir. 

Meselâ; záhir ma‘nâ için örnek olarak zikrettiğimiz gelecek âyet-i kerîme, aynı ânda nassa da örnektir. Şöyle ki:

وَاَحَلَّ الله الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرّبوا Elláh alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı. 

Bu âyet-i kerîme, záhirî ma‘nâ ile, Cenâb-ı Hakk’ın alış verişi helâl, fâizi ise harâm kıldığını bildiriyor. Bu ma‘nâyı bildirmesi cihetiyle bu kelâm záhirdir. 

Âyet-i kerîme, aynı ânda alış veriş ile fâizin bir olmadığını açık ifâde ile bildiriyor ve kelâmın sevk ve zikri de bu maksad içindir. Zîrâ, bu âyet-i kerîmenin sevk ve zikri, “Alış veriş de ribâ gibidir” diyenlere bir cevâb ve red içindir. Bu ma‘nâyı bildirmesi cihetiyle ise bu kelâm nassdır. 

Nassın Hükmü: 

1. Te’vîli kabûl eder. 

2. Sâdece Resûl-i Ekrem (asm) zamânında neshi kabûl eder. 

3. Lafzın bildirdiği záhirî ma‘nânın dışında başka bir ma‘nânın kasdedildiğine dâir bir delîl yoksa, o nass ile amel etmek vâcibdir. 

Záhir ile nass arasındaki fark: 

1. Nassın ma‘nâya delâleti záhirden daha vâzıh ve nettir. 

2. Kelâmın sevkınden murâd, nassın ma‘nâsıdır. Záhir ise; tebeí olarak kabûl edilir. 

3. Nassın te’vîle olan ihtimâli, záhirin te’vîle olan ihtimâlinden daha uzaktır. 

4. Nass ile záhir arasında bir teáruz ve tenâkuz görüldüğünde, nass tercîh edilir. 

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan Üçüncüsü: Müfesser”dir. Müfesser kelimesi; lügatta fesr (keşf) kökünden alınmıştır. Ma‘nâsı: Keşfedilen (anlaşılan) demektir. Istılâhda ise; háricî bir emir ve karîne olmaksızın bi’z-zât mufassal bir ma‘nâya delâlet eden, herhangi bir te’vîle ihtimâli olmayan ve nassdan daha vâzıh olan lafza denir. Meselâ: 

وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكينَ كَآفَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَآفَّةً 

Ey Müslümânlar! Kâfirler birleşerek ve biribirlerine yardım ederek sizinle toplu bir hâlde savaştıkları gibi; siz de birleşerek ve biribirinize yardım ederek toplu bir hâlde onlarla savaşınız[13] âyetinde olduğu gibi. Zîrâ, âyet-i kerîmede geçen الْمُشْرِكينَ kelimesi, bütün müşrikleri içine aldığı hâlde, tahsíse ihtimâli vardır. Ya‘nî, ba‘zı müşriklerin, bu hükümden tahsís ihtimâli olabilir. Daha sonra zikredilen كَآفَّةً kelimesi ile o tahsís ihtimâli kaldırılmış ve kelimenin kendi umûmî ma‘nâsında kullanıldığını vâzıhan bildirdiği için الْمُشْرِكينَ kelimesi müfesser bir lafız olmuştur. 

Hem meselâ,

وَالَّذينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَآءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانينَ جَلْدَةً

Hür, bâliğ, akıllı, Müslümân ve zinâ etmemiş kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra bunu isbât için dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun.[14]

Bu âyet-i kerîmede geçen ثَمَانينَ lafzı muayyen bir sayı olduğundan, ziyâde ve noksánlık ihtimâlini kabûl etmediği için, müfesser bir lafız kabûl edilir. 

Kezâ, Kur’ân’da namâz, zekât, hac gibi mücmel (kapalı) olarak zikredilip Peygamberimizin sünneti ile kat‘í ve net bir tafsílâtla icmâlliği izâle edilen lafız ve kelimeler de müfesserdir ve bunlar te’vîle kábil değildir. 

Müfesserin Hükmü: 

1. Tefsîr edildiği şekilde onunla amel etmek vâcibdir. 

2. Nesh olunabilir ahkâmdan ise; Resûl-i Ekrem (asm) zamânında nesh ihtimâli olabilir. Fakat, Peygamberimizin vefâtından sonra nesh olmaz. 

3. Müfesserin, záhir ve nassa nisbetle vuzúh-i delâleti daha kuvvetlidir. 

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olan Lafızlardan Dördüncüsü: Muhkem”dir. Lügatta; “sağlamlaştırılmış” demektir. Şer‘í ıstılâhda ise; te’vîl ve neshe kábil olmayıp müfesserin ma‘nâya delâletinden daha kuvvetli bir tarzda kendi nefsiyle ma‘nâya delâlet eden lafızdır. 

Muhkem; ya tabîatıyla tebdîl ve tağyîri kabûl etmez. Elláh’a, âhiret gününe, peygamberlere îmân etmeyi, zulmün harâm, adâletin ise vâcib olduğunu bildiren âyetler gibi. 

Veyâ tabîatıyla tebdîl ve tağyîri kabûl ettiği hâlde; onun nesh ihtimâlini nefyeden háricî bir karîne ile desteklenmiştir. Meselâ:

وَلاَ اَنْ تَنْكِحُوا اَزْوَاجَهُ مِنْ بَعْدِه اَبَدًا اِنَّ ذلِكُمْ كَانَ عِنْدَ اللهِ عَظيمًا

Kendisinden sonra Peygamberin hanımlarını nikâhlamanız ebedî olarak size helâl olmaz. Çünkü, bu, Elláh katında büyük bir günâhtır[15] âyeti gibi. Bu âyet-i kerîmede geçen Hazret-i Peygamber (asm)’ın hanımlarıyla evlenmemenin hükmü, tabîatıyla tağyîr ve tebdîli, ya‘nî Cenâb-ı Hak tarafından neshi kabûl edebilir. Ancak اَبَدًا kelimesi ile bu nesh ihtimâli kaldırılmış. Hazret-i Peygamberin hanımlarıyla ebedî olarak evlenmenin harâm oluşu tesbît edilmiştir. 

Hem meselâ;

الجهاد ماض الى يوم القيامة

Şer‘í cihâd, kıyâmete kadar devâm edecektir[16] hadîs-i şerifinde, cihâdın farz olarak devâm edeceği ifâde ediliyor. Bu ifâde, tabîatıyla tağyîr ve tebdili, ya‘nî Cenâb-ı Hak tarafından neshi kabûl edebilir. Ancak, الى يوم القيمة lafzı ile bu nesh ihtimâli kaldırılmış, kıyâmete kadar cihâdın devâm edeceği tesbît edilmiştir. 

Muhkemin Hükmü: 

1. Kat‘í olarak neye delâlet ediyorsa, onunla amel etmek vâcibdir. 

2. Başka bir ma‘nânın ondan irâde edilme ihtimâli yoktur. 

3. Nesh, te’vîl ve ibtáli kabûl etmez. 

İKİNCİ KISIM 

DELÂLETİ VÂZIH VE BEDÎHÎ OLMAYAN LAFIZLAR 

Bir kelime ve bir lafzın delâlet ettiği ve gösterdiği ma‘nâ hafî ve gizlidir. Ya‘nî, o ma‘nâ o lafızdan záhiren anlaşılmıyor. Ancak, o ma‘nânın o lafızdan anlaşılması için, o lafzın dışında háricî bir emir ve karîne olması lâzımdır. Bunun da mertebeleri vardır. En yükseği “müteşâbih”, ondan azı “mücmel”, sonra “müşkil”, sonra da “hafî” gelmektedir. Şimdi bunları birer birer îzáh edeceğiz. 

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Birincisi: Hafî”dir. Ma‘nâya delâleti záhir olan, bununla berâber ba‘zı efrâdının ma‘nâya mutâbakatında gizlilik olup teemmüle ihtiyâc duyulan lafızdır. Ya‘nî, o lafzın o ma‘nâya delâleti záhirdir. Ancak, o ma‘nânın bütün ferdlere şâmil olup olmadığı husúsunda bir kapalılık vardır. O kapalılığın anlaşılması için düşünmeye ihtiyâc vardır. 

Meselâ: Peygamberimiz (sav) buyurmuşlar ki:

لا يرث القاتل 

 “Kátil (maktûlünden) irs götürmez. 

Hadîs-i şerîfte geçen القاتل lafzı, záhiren hem amden (bilerek), hem de hatáen (bilmeyerek) katli işleyene şâmildir. Bu sözün “Bilerek katli işleyeni” bildirmesi ve ona delâlet etmesi bedîhî ve záhirîdir. Ammâ, “hatáen o işi işleyene” şâmil gelmesinde bir kapalılık vardır. Bu kapalılığa göre, fakíhler değişik re’yler beyân etmişlerdir. Ba‘zı fakíhlere göre, hatáen öldüren de bu hadîsin hükmüne girer. Ba‘zı fakíhlere göre ise, hatáen adam öldüren bu hadîsin hükmüne dâhıl olmaz. (Demek, hafîde ictihâd kábildir.)

Hafînin hükmü: Gizlilik ve kapalılığa sebeb olan nesneye nazar ve teemmül lâzımdır. Bu nazar ve teemmül netîcesinde o nesnenin bütün o efrâda şâmil geldiğine kanâat hâsıl olursa, onun hükmüyle amel edilir. Ba‘zı efrâda şâmil gelmediğine kanâat getirilirse, ona göre hükmedilir. (Bunu da yapacak müctehidlerdir.)

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan İkincisi: Müşkil”dir. Bu, bi’z-zât lafzında bulunan bir sebebden veyâ başka bir nassla karşılaşmasından dolayı ma‘nâsı kapalı olan bir ifâdedir.

Hafî ile müşkil arasındaki fark şudur: Hafîdeki kapalılık bi’z-zât lafızdan değil, lafzın tatbîk sâhasının şümûlünden gelmektedir. Buna göre, hafîden kasd edilen şey, önce bilinmektedir. Müşkildeki kapalılık ise, nassla­rın bi’z-zât lafzından doğmaktadır. Bununla ne kasd olunduğu önceden bilinemez; ancak háricî bir delîl ile anlaşılır.

Müşkil için müşterek (çok ma‘nâlı) kelimeleri misâl olarak verebiliriz. Bu kelimeler, iki üç ma‘nâyı ifâde eder. Meselâ; “ayn” kelimesi, görme uzvumuz olan “göz” ma‘nâsına geldiği gibi, “pınar” ma‘nâsına da gelir; “mâhiyyet” ve “câsûs” ma‘nâlarında da kullanılır. Bu biribirine zıt ma‘nâları bir kullanış­ta birleştiremeyiz. Ancak ayrı ayrı kullanışlarla bu ma‘nâlar kasd olu­nabilir. “Ayn” sözünün bu ma‘nâlardan hangisine delâlet ettiğini, ya cümlenin gelişinden (siyâk’tan) veyâ háricî bir delîlden anlayabiliriz. Siyâk’a misâl olarak: “Ordunun durumunu anlamak için uyûn’u her tarafa yaydım” cümlesini zikredebiliriz. Buradaki uyûn, câsuslar ma‘nâsında kullanılmıştır ve bunu cümlenin gelişi göstermektedir. Yine Kur’ân’daki:

وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا Onların gözleri vardır; fakat onunla görmezler[17] âyetinde geçen, اَعْيُنٌ kelimesi de siyâk’tan anlaşıldığına göre, duyu or­ganı olan gözlerdir. ­

Ba‘zan müşterek lafzı anlamak için başvurulan siyâk değil, háricî bir delîl olabilir. Eğer bu háricî delîl nass ise, onun ma‘nâsı üzerinde pek ihtilâf çıkmaz; nass değilse onun ma‘nâsı üzerinde geniş ihtilâflar (ictihâdlar) doğar. 

Fakíhlerin, tefsîrinde ihtilâfa düştükleri müşterek lafızlardan biri­si de şu âyet’tir:

وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلثَةَ قُرُوءٍ Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç kurû’ beklerler.[18] Bu âyet-i kerîmede geçen قُرُوءٍ kelimesi hem “hayz” (ay hâli), hem de “tuhr” (iki ay hâli arasındaki te­mizlik) ma‘nâlarına gelmektedir. Bu sebeble, Hanefîler, bu âyette geçen قُرُوءٍ kelimesini ay hâli (hayz) diye, Şâfiíler de iki ay hâli arasındaki te­mizlik müddeti diye tefsîr etmişlerdir. (Demek, müşkil de ictihâd mahallidir.) 

Müşkilin Hükmü: Karîne ve delîlleri araştırıp o müşkilden murâdın ne olduğu anlaşıldıktan sonra onunla amel edilir, yoksa ictihâd edilir. 

     Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Üçüncüsü: Mücmel”dir. Bu, ma‘nâsında bir kaç hâl ve hükmü ihtivâ eden, ancak bir müfessir (açıklayıcı) ile anlaşılabilen nass’dır. Pezdevî, “Usûl”ünde mücmeli şöyle ta‘rîf eder: “Mücmel, kendisinde ma‘nâlar izdihâm eden, ne kasd edildiği ibâresinden anlaşılamayacak derecede muğlâk olan, tefsîr ve araş­tırmaya ihtiyâc gösteren şeydir.

Bu ta‘rîften, “mücmel, müşkil ve hafî” arasındaki fark anlaşılmış olu­yor. Demek ki, mücmelin tafsílâtı kendi lafzından ve mücerred fıkhî ictihâdla anlaşılamaz. Mücmeli anlamak, onun çeşitli şekillerini ve cüz’î mes’elelerini kavramak için bir müfessire (açıklayıcıya) ihtiyâc vardır.

Kur’ân’ın teklîfî hükümlerle ilgili ibârelerinin çoğu mücmeldir. Bunları bize sünnet açıklamıştır. Meselâ; namâz, mücmel olarak emredil­miş; “Sünnet” onu hem fiilî, hem de kavlî bir şekilde açıklamıştır. Hazret-i Peygamber (sav), “Namâzı, ben nasıl kılıyorsam siz de öylece kılın[19] bu­yurmuştur. Hac da böyledir. Peygamber (sav), “Hac ile ilgili ibâdetle­rinizi benden alınız[20] buyurarak onu açıklamıştır. Zekât ve alım-satım da mücmel olarak bildirilmiş, sonra sünnet tarafından tam olarak açık­lanmıştır.

Kezâ, suçlarla ilgili bir kısım hükümler de icmâlî bir şekilde zikre­dilmiştir. Meselâ; Kur’ân, diyet gerektiğini bildirmiş; “Sünnet” de bu­nun mikdâr ve şekillerini genişçe anlatmıştır. Yine Kur’ân, yaralar için kısás icab ettiğini haber vermiş; “Sünnet” ise bu yaraların hükümlerini, ne zamân tam kısás ve ne zamân nâkıs kısás, ya‘nî diyet gerektiğini beyân etmiştir.

Böylece, Kur’ân’ın mücmel olan her ifâdesini Sünnet açıklamış ve onun kapalı bir tarafını bırakmamıştır.

Evet, Kur’ân nass’larının tefsîre muhtâc olan kısımları vardır. Bunları Peygamber (sav), âhirete irtihâlinden önce açıklamıştır. Hazret-i Peygam­ber’in açıklamadığı teklîf bildiren hîç bir Kur’ân nassı yoktur. O, bunları ya fiiliyle veyâ sözüyle açıklamıştır. 

Mücmelin Hükmü: Mücmel, Şâri‘ tarafından vâfî bir tarzda beyân ve îzáh edilmişse, o zamân müfesser hükmüne geçer ki; bu durumda onunla amel etmek vâcib olur. 

Delâleti Vâzıh Ve Bedîhî Olmayan Lafızlardan Dördüncüsü: Müteşâbih”tir. Müteşâbih: Ma‘nâsı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunma­yan, Kitâb ve Sünnette tefsîrine rastlanılmayan ve ma‘nâsı Elláh’a havâle edilen nass’dır. Burada şu iki husúsu beyân etmek gerekir: 

1) Kur’ân’da müteşâbih vardır. Çünkü, Elláh Teálâ şöyle buyur­muştur:

هُوَالَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَآءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَآءَ تَأْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَأْويلَهُ اِلاَّ الله وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبّنَا وَمَا يَذَّكَّرُاِلاَّ اُولُوا اْلاَلْبَابِ

O Elláhu Teálâ ki, ey Resûl-i Ekrem! Senin üzerine Kur’ân’ı inzâl etti. O Kur’ân’dan ba‘zıları muhkem âyetlerdir ve o âyetlerin ahkâmı açıktır, helâl ve harâmı beyân husúsunda kendileriyle amel olunur. Onlar (muhkem âyetler) Kitâbın (Kur’ân’ın) aslı ve anasıdırlar. O Kur’ân’dan diğer âyetlerin ise elfâzı biribirine benzer ve ma‘nâsı açık değildir.

Kur’ân’ın âyetleri iki kısım olup biri muhkem diğeri müteşâbih olunca, şu kimseler ki, kalblerinde bâtıla meyil vardır, onlar insânlar arasına fitne koymak ve i‘tikádlarını ifsâd eylemek ve arzûlarına muvâfık bir súrette te’vîlini taleb etmek için Kur’ân’dan müteşâbih olan âyetlere ittibâ‘ eder ve kalblerinde olan fesâda binâen muhkemâtı terk ederler. Hâlbuki, insâna lâzım olan; muhkem olan âyetlerle amel eylemek ve müteşâbihâta îmân etmektir. O müteşâbihâtın te’vîlini ancak Elláhu Teálâ bilir ve ilminde sebâtı ve rüsûhu olan álimler de, ‘Biz bu Kur’ân’a îmân ettik. Zîrâ, cümlesi bizim Rabbimiz tarafındandır’ derler. Bu Kur’ân’ın ma‘nâsını ancak akıl sáhibleri düşünür.[21] 

Bu nass karşısında álimler, Kur’ân’da müteşâbih bulunduğunda ittifâk etmişlerdir. Ancak, müteşâbihin nerelerde olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İbn-i Hazm; sâdece Kur’ân’ın sûre başlarındaki hu­rûf-i mukattaa ile “Kıyâmet gününe yemîn ederim[22] ve “Kasem olsun Güneş’e ve onun aydınlığına, ona tâbi‘ olduğu zamân Ay’a[23] âyetleri gi­bi kasem bildiren lafızların müteşâbih olduğunu söyler. 

Bir kısım ulemâ da, İbn-i Hazm’ın ileri sürdüğü bu müteşâbihlerin yanında, Elláh’ı sonradan yaratılmışlara (havâdîse) benzeten âyetleri (Elláh’ın elinden ve yüzünden bahseden âyetler[24] gibi) de müteşâbih sayarlar. 

2) Teklîf ihtivâ eden ve İslâm şerîatinin esâs hükümlerini bildi­ren âyetler aslâ müteşâbih değildir; bunların hepsi, ya kendiliğinden veyâ Peygamber (sav)’in beyânı sâyesinde ap açıktır. Nitekim, Hazret-i Pey­gamber (sav), “Sizi, gecesi gündüzü gibi aydınlık olan bir yol üzerinde bıraktım[25] buyurmuştur. Zâten teklîf ifâde eden nassların açık olmaması veyâ açıklanmamış olması imkânsızdır.[26] 

İCTİHÂDIN CÂİZ OLUP OLMADIĞI KONULAR 

Her hükm-i şer‘í, ictihâda mahal olamaz. Onun için, ba‘zı usûl-i fıkıh ulemâsı bu husústa şöyle derler: 

İctihâdın câiz olduğu mes’ele, hakkında kat‘í delîl bulunmayan ahkâm-ı şer‘ıyyedir. Hakkında kat‘í delîl bulunan ahkâm-ı şer‘ıyyede ise ictihâd ve ihtilâf olamaz. Namâz ve orucun farzıyyeti, zinânın harâmiyyeti gibi. Bunlar, hakkında kat‘í nass bulunan ve câhil ve álim herkesin bildiği şer‘í mes’elelerdir. Hakkında delâleti veyâ sübûtu kat‘í nass bulunmayıp, delâleti veyâ sübûtu zannî olan nasslarda ise ictihâd yapılabilir.[27]  

İCTİHÂDLARDAKİ İHTİLÂFIN HİKMETİ NEDİR?

Müctehidlerin ictihâdlardaki farklılıkları, -hâşâ- Kur’ân ve Hadîs açıkça anlaşılmadığından, müctehidlerin farklı görüşler ileri sürmelerinden değildir. Bilakis, bu ihtilâf, Kur’ân’ın yedi vech-i i‘câzından biri olan câmiıyyetinden kaynaklanmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân bütün asırlarda, meşreb ve meslekleri muhtelif olan beşerin bütün tabakátına hıtáb eden ve her husústa onlara hidâyet ve yol gösteren bir hutbe-i ezeliyye olduğundan; lafzında, ma‘nâsında, ilminde, mebhasinde ve üslûbunda háriku’l-áde bir câmiıyyet göstermiş ve pek çok ayrı ayrı ma‘nâları ihtivâ eden vücûh ve ihtimâlleri ihtivâ etmiştir. İşte, müctehidlerin ictihâdları, ahkâm âyetlerinin gösterdikleri ayrı ayrı vücûh ve ihtimâllere dayanmaktadır. Âyetlerdeki bütün o ihtimâller, Kur’ân’ın murâdı ve maksúdu olduğundan, elbette bütün o ictihâdlar dahi haktır ve doğrudur. Kur’ân’ın şu vech-i i‘câzını, ya‘nî câmiıyyetini, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri “Yirmi Beşinci Söz”de isbât etmiş ve o eserde şöyle buyurmuştur:

Eğer desen: ‘Geçmiş misâllerdeki bütün ma‘nâları, nasıl bileceğiz ki, Kur’ân onları irâde etmiş ve işâret ediyor?

Elcevâb: Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün Benî Âdem’e hıtáb ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhâma göre müteaddid ma‘nâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz‘ edecektir.

Evet, ‘İşârâtü’l-İ‘câz’da, şuradaki ma‘nâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyyenin müteaddid ma‘nâlarını ilm-i Sarf ve Nahv’in káideleriyle ve ilm-i Beyân ve fenn-i Maánî’nin düstûrlarıyla, fenn-i Belâgat’in kánûnlarıyla isbât edilmiştir. Bununla berâber, ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak şartıyla ve fenn-i Maánî’ce makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olan bütün vücûh ve maánî, ehl-i ictihâd ve ehl-i tefsîr ve ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur’ân’ın ma‘nâlarındandırlar. O ma‘nâlara, derecelerine göre birer emâre vaz‘ etmiştir; ya lâfziyyedir, ya ma‘neviyyedir. O ma‘neviyye ise, ya siyâk veyâ sibâk-ı kelâmdan veyâ başka âyetten birer emâre, o ma‘nâya işâret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkíkler tarafından yazılan yüz binler tefsîrler, Kur’ân’ın câmiıyyet ve hárikıyyet-i lâfziyyesine kat‘í bir bûrhân-ı bâhirdir.[28]

Üstâd Hazretlerinin burada beyân ettiği gibi, şu ayrı ayrı ma‘nâların doğru olması için, onların ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olması ve fenn-i Maánî’ce makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olması şarttır. Yoksa, kişinin kendi hevâsına ve fikrine göre verdiği ma‘nâlar merdûddur ve dalâlettir. Hadîs-i şerifte, “Kim, Kur’ân hakkında kendi re’yiyle konuşursa, ateşte oturacağı yeri hâzırlasın[29] buyrulmuştur.

Hem yine Üstâd’ın yukarıda beyân ettiği gibi, o ayrı ayrı ihtimâllerin her birine Kur’ân’ın ya lafzen veyâ ma‘nen birer emâre ve karîne vaz‘ etmesi isbât ediyor ki; bütün o muhtelif ma‘nâlar Kur’ân’ın murâdıdır. O hâlde, o vücûh ve ihtimâllere istinâd eden bütün ictihâdlar da haktır ki, ehl-i ictihâd, ehl-i tefsîr, ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkıh bütün bu ma‘nâların Kur’ân’ın murâdı olduğunda icmâ‘ ve ittifâk etmişler ve bi’l-fiil aralarında vâkı‘ olan ihtilâfla şu husústaki ittifâklarını göstermişlerdir.

Hak ictihâdlardaki ihtilâfın sırr-ı hikmeti ve vech-i rahmetini anlamak ve fürûátta hakkın nasıl taaddüd ettiğini, ya‘nî birden fazla hakkın olduğunu fehmetmek için şu esâsa dikkat etmek lâzımdır:

Üstâd Bedîuzzamân’ın pek çok yerde, husúsan “Yirmi Dokuzuncu Söz”de îzáh ettiği üzere, kâinâtta hakíkatler iki kısımdır. Biri: Hakíkí hakíkatler. Diğeri: Nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. Şu kánûn, Fâtır-ı Zü’l-Celâl’in fıtrî bir kánûnudur. Álemde hîç bir şey, diğer eşyâdan ayrı ve müstakil değildir. Her şeyin pek çok eşyâ ile bir nev‘í münâsebeti vardır ki, şu ayrı ayrı münâsebetlerden nisbî ve i‘tibârî hakíkatler tevellüd etmektedir. O hâlde, her bir şeye mahzá güzel veyâ mahzá çirkin demek yanlıştır. Çünkü, güzellik tenâsübden çıkar. Üstâd’ın “Muhâkemât”ta dediği gibi, bir zirâ‘ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! Fakat, bir insânın yüzüne takılsa ve yüzüyle münâsebetine bakılsa, izáfî olarak çirkin görülecektir.

İşte, fıtratın şu káidesine uygun olarak, şerîat-ı İslâmiyye de iki kısım üzerine nâzil olmuştur:

Birisi: Muhkemât-ı şerîattır ki; bunlar hakíkí hakíkatlerdir. Hîç bir zamân ve zemînde değişmezler ve kábil-i ictihâd değildirler.

Diğeri: Muhkem olmayan nazariyyâttaki ahkâmdır ki; bunlar nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. Kişilerin maddî ve ma‘nevî durumları, hayât tarzları gibi pek çok şartlarla mukayyed olan i‘tibârî hakíkatlerdir. İşte, müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdları, şu şartlarla mukayyed olan nisbî ve izáfî hakíkatlere bakmaktadır.

Velhâsıl: Muhkemât-ı şerîat mutlak hakíkatlerdir. İctihâdlar ise mukayyed ve meşrût hakíkatlerdir. Ta‘bîr-i diğerle, muhkemât-ı şeriat, küllî kánûn ve káidelerdir. İctihâdlar ise, şu küllî káidelerin cüz’í ve müşahhas hâdiseler üzerine tatbîkıdir ki, bu noktadan ictihâdlarda izáfiyyet ve nisbîlik vardır. O hâlde, muhkemât-ı şerîatın dâiresi içinde olmak ve ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak ve fenn-i Maánî’ce makbûl ve ilm-i Beyân’ca münâsib ve Belâgat’çe müstahsen olmak şartıyla, bütün o ayrı ayrı ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir. Nefsü’l-emirde birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Yalnız, o ictihâdın şartları mîzâcına uyan kimse, başkalarını hatáya isnâd etmeden, nisbî olarak kendi mezhebini diğerlerinden daha güzel bulabilir ve öyle görmesi de şarttır. Çünkü, o ictihâd, o şartlar altında en güzelidir. İşte, daha güzel olmak ve daha hak olmak, izáfî ve şartlarla mukayyed bir hakíkat olduğundan, burada ihtilâf elbette olacaktır ve hepsi de haktır. İşte, Üstâd’ın, “Hakta ittifâk, ehakta ihtilâftır[30] sözünün ma‘nâsı budur.

Mâdem ictihâdlar, nisbî ve izáfî hakíkatlerdir. O hâlde, Ehl-i Sünnet dâiresi içinde bir mezheb sáhibi kendi mezhebine, “Haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat, “Hak yalnız benim mesleğimdir ve güzel olan yalnız benim mezhebimdir” diyemez.

Şu anlattığımız hakíkatleri, İmâm-ı Şa‘rânî “Mîzânü’l-Kübrâ” isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî de “Mustasfâ” isimli eserinde gáyet geniş bir súrette îzáh ve isbât etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri de “Risâle-i Nûr”da muhtelif yerlerde bu konuyu beyân etmiştir. Ezcümle, mevzú‘muzu teşkîl eden ve daha önce “Lemaát”tan iktibâs ettiğimiz şu cümlelerdir.

İslâmiyyet, selm ve müsâlemettir; dâhılde nizâ‘ ve husúmet istemez.

Ey Álem-i İslâmî! Hayâtın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düstûrun bu olmalı: ‘Hüve’l-hakku’ yerine ‘hüve hakkun’ olmalı; ‘hüve’l-hasen’ yerine ‘hüve’l-ahsen’ olmalı.

Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.

Dememeli: ‘Budur hak; başkaları battâldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.

Zihniyyet-i inhisâr, hubb-i nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ‘ ondan çıkıyor.

Dert ile dermânlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüu hak olur; hak da tenevvü‘ eder.

İsti‘dâd, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mîzâca göre mesâil-i fer‘íde hakíkat sâbit değil; izáfî ve mürekkeb. Mükellefîn mîzâclar,

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sáhibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hudûdu ta‘yînini bırakır temâyül-i mîzâca. Taassub-i mezhebî ta‘mîme sebeb olur.

Ta‘mîmin iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyyetten evvel tabakát-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebâud-i acîbi istedi bir vakitte taaddüd-i enbiyâ, tenevvü-ı şerâyi‘, müteaddid mezhebler.

Beşerde bir inkılâb İslâmiyyet yaptırdı, beşer tekárüb etti, şer‘ etti ittihâd, vâhid oldu peygamber.

Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zamân, ittihâd eder mezhebler.[31]

Münâzarât”ta ise bu mevzúu şöyle anlatmıştır:

Bence taklîdin temelini atıp ihtilâfâtı çıkarmakla; ‘Mu‘tezile, Cebriyye, Mürcie, Mücessime’ gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyyetten intâc eden, mesâil-i dîniyyedeki istibdâd-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde ‘mukayyed’ olan şeyde ‘ıtlâk’tır.[32]

S - Álem-i İslâm’ın ulemâsının ortalarındaki müdhiş ihtilâfâta ne dersin? Re’yin nedir?

C - Ben Álem-i İslâmiyyete gayr-ı muntazam veyâ intizámı bozulmuş bir meclis-i meb‘úsân ve encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şerîattan işitiyoruz ki, re’y-i cumhûr budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu; bu meclisteki re’y-i ekseriyyetin nazíresidir. Re’y-i cumhûrdan maadâ olan akvâl, eğer hakíkat ve mağzdan hálî ve boş olmazsa, isti‘dâdâtının re’ylerine bırakılır. Tâ, her bir isti‘dâd, terbiyesine münâsib gördüğünü intiháb etsin. Lâkin, burada iki nokta-i mühimme vardır.[33]

Birincisi: Şu isti‘dâdın meyelânı ile intiháb olunan ve bir derece hakíkati tazammun eden ve ekalliyyette kalan ‘kavl’, nefsü’l-emirde mukayyed ve o isti‘dâd ile mahsús olduğu hâlde; sáhibi ihmâl edip mutlak bıraktı. Etbâı iltizâm edip ta‘mîm etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muháliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsádeme, müşâğabe, cerh ve red o derece meydân aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feverân eden duman ve lisânlarından püsküren berkler, şimşekli ve ba‘zan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyyetin tecellîsine bir hicâb teşkîl etmiştir. Lâkin, ziyâ-yı şemsten tefeyyüz etmesine isti‘dâd bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyâyı dahi men‘ etmektedir.

İkinci nokta: Ekalliyyette kalan ‘kavl’, eğer içindeki hakíkat ve mağz, onu intiháb eden isti‘dâdlardaki heves ve hevâ veyâ mevrûs taassub ve mîzâcına galebe çalmazsa; o ‘kavl’ bir hatar-ı azímde kalır. Zîrâ, isti‘dâd onunla insibâğ edip onun muktezásına inkılâb etmek lâzım iken; o onu kendine çevirir ve telkíh eder, kendi emrine musahhar eder. İşte, şu noktadan hüdâ hevâya tahavvül, ve mezheb mîzâcdan teşerrüb eder.[34]

Hem “Yirmi Yedinci Söz”de mezheb ihtilâfının hikmetlerini şöyle anlatmıştır:

Asırlara göre şerîatler değişir. Belki, bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hátemü’l-Enbiyâ’dan sonra, şerîat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelif şerîatlere ihtiyâc kalmamıştır. Fakat, teferruátta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyâc kalmıştır.

Evet, nasıl ki, mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzâclara göre ilâclar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şerîatler değişir; milletlerin isti‘dâdına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer‘ıyyenin teferruát kısmı, ahvâl-i beşeriyyeye bakar, ona göre gelir, ilâc olur.

Enbiyâ-yı sâlife zamânında tabakát-ı beşeriyye biribirinden çok uzak ve seciyyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyyete yakın olduğundan; o zamândaki şerîatler, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıt‘ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şerîatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzamân Peygamberinin gelmesiyle, insânlar gûyâ ibtidâî derecesinden i‘dâdiyye derecesine terakkí ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtla akvâm-ı beşeriyye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şerîatle amel edecek vaz‘ıyyete geldiğinden; ayrı ayrı şerîate ihtiyâc kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat, tamâmen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayât-ı ictimâıyyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyyet-i mutlakası, bir mekteb-i álînin talebesi gibi bir tarz-ı hayât-ı ictimâıyyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd edilebilir. Fakat, bu hâl-i álem o hâle müsâade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.

Eğer desen: ‘Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

Elcevâb: Bir su, beş muhtelif mîzâclı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre su ilâcdır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona harâmdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekrûhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübâhtır. İşte, hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilâcdır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye, mezheblere hikmet-i İlâhiyyenin sevkıyle ittibâ‘ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensîbiyle İmâm-ı Şâfií’ye ittibâ‘ eden, ekseriyyet i‘tibârıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemâati bir tek vücûd hükmüne getiren hayât-ı ictimâıyyede nâkıs olduğundan, her biri bi’z-zât dergâh-ı Kádıu’l-Hâcât’ta kendi derdini söylemek ve husúsí matlûbunu istemek için, imâm arkasında Fâtihâ’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı A‘zám’a ittibâ‘ edenler, ekseriyyet-i mutlaka i‘tibârıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizâm etmesiyle, medeniyyete, şehirliliğe daha yakın ve hayât-ı ictimâıyyeye müstaid olduğundan, bir cemâat bir şahıs hükmüne girip bir tek adam umûm nâmına söyler; umûm, kalben onu tasdîk ve rabt-ı kalb edip, onun sözü umûmun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imâm arkasında Fâtihâ okunmaz. Okunmaması, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

Hem meselâ, mâdem şerîat, tabîatın tecâvüzâtına sed çekmekle onu ta‘dîl edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgúl olan Şâfií mezhebine göre, kadına temâsla abdest bozulur, az bir necâset zarar verir. Ekseriyyet i‘tibârıyla hayât-ı ictimâıyyeye giren, nim-medenî şeklini alan insânlar ittibâ‘ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvân abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.

İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maíşet i‘tibârıyla, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temâsa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, san‘at ve maíşet i‘tibârıyla tabîat ve nefs-i emmâresi meydânı boş bulup tecâvüz edebilir. Onun için, şerîat onların hakkında o tecâvüzâta sed çekmek için, ‘Abdest bozulur, temâs etme. Namâzını ibtál eder, bulaşma’ ma‘nevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmûslu olmak şartıyla, ádât-ı ictimâıyyesi i‘tibârıyla, ahlâk-ı umûmiyye nâmına, ecnebî kadınlara temâsa mübtelâ değil; mülevves şeylerle, nezáfet-i medeniyye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şerîat, mezheb-i Hanefî nâmıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafîfleştirmiştir. ‘Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicâb edip kalabalık içinde suyla istincâ etmemenin zararı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır’ der, onu vesveseden kurtarır.

İşte, denizden iki katre, sana misâl... Onlara kıyâs et. ‘Mîzân-ı Şa‘rânî’ mîzânıyla, şerîat mîzânlarını bu súretle muvâzene edebilirsen et.[35]

Suâl: Eğer Ehl-i Sünnet dâiresindeki müctehidlerin hepsi de ictihâdlarında hakka isábet ettilerse, “Âlim ictihâd eder ve ictihâdında hatá ederse ona bir sevâb var, eğer isábet ederse ona iki sevâb vardır” hadîsinin ma‘nâsı nedir?

Elcevâb: Bu suâle İmâm-ı Şa‘rânî şöyle cevâb vermektedir:

Bu hadîsdeki hatá sözünden murâd, müctehidin o mes’eledeki delîle tesádüf edememe hatásıdır. Onunla şerîattan çıkılan hatá değildir. Çünkü, şerîattan çıkınca ona sevâb verilmez. Nitekim, Resûl-i Ekrem (asm), ‘Bizim emrimize, işimize uygun olmayan her amel merdûddur’ buyuruyor. Şerîatın sáhibi ona sevâb vardır buyurduğuna göre, hadîs-i şerîfin ma‘nâsının şöyle olduğu anlaşılır; ‘Âlim ictihâd edip Şâri‘ tarafından bu husústa vârid olan delîl kendisine isábet ettiyse, ona iki ecir, ya‘nî sevâb vardır. Biri araştırma ve inceleme sevâbı, diğeri delîle tesádüf etme sevâbıdır. Delîlin kendisine rastlamayıp sâdece hükmüne tesádüf ederse, ona bir sevâb vardır. O da, inceleme ve araştırma sevâbıdır.’ Buradaki hatá izáfî olup, mutlak hatá değildir.[36]

İmâm-ı Gazâlî de bu hadîsi şöyle îzáh etmiştir:

Bu suâle iki cihetten cevâb verilebilir.

Birincisi: Bu hadîs, her müctehidin isábet ettiği konusunda kesin bir delîldir. Zîrâ, ictihâd eden her müctehid sevâb almaktadır. Eğer müctehid isábet etmemiş olsaydı, Elláhu Teálâ’nın hükmüne aykırı hüküm veren o hatálı müctehid nasıl sevâba hak kazanacaktı?

İkincisi: Biz hatánın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izáfetle değil; matlûbuna izáfetle olabileceğini inkâr etmiyoruz. Hâkim, malı hak sáhibine iáde etmeyi taleb etmektedir. Fakat, bunda hatá etmesi mümkündür. Bu durumda hâkim, taleb ettiği husús açısından hatá etmiştir. Fakat, Elláh’ın kendisi hakkındaki hükmü açısından isábet etmiştir. Aynı şekilde, kıble konusunda ictihâd eden kişinin de hatá ettiği söylenebilir. Bu, kıble konusunda ictihâd eden kişinin taleb ettiği şeyde, ya‘nî kıbleye isábet etme husúsunda hatá ettiği ma‘nâsına gelir. Bu kişinin taleb ettiği şeye ulaşması vâcib değildir. Aksine, ona vâcib olan, taleb ettiği şeyin bulunduğunu zannettiği tarafa yönelmesidir.[37]

İHTÁR: Müctehidlerin farklı farklı ictihâdları hakkında ulemâ-yı İslâm iki kısma ayrılmışlardır:

Birinci Táife: Ehl-i tasvîb olan “Musavvibe”dir. Bunlar, “Bütün müctehidler, hakka isábet etmişlerdir. Fürûátta hak taaddüd edebilir” diyen álimlerdir. Üstâd Bedîuzzamân da bu görüşü tercîh etmiştir.

İkinci Táife: Ehl-i tahtie olan “Muhattie”dir. Bunlar, “Elláh ındinde hak olan bir tânedir. Bir mes’elede farklı ictihâd yapan müctehidlerin yalnız birisi hakka isábet etmiştir. Diğerleri hatádır. Fakat, bu hatásı affolmuştur” diyen álimlerdir. Bu görüşteki álimler, diğer müctehidlerin ictihâdlarına aslâ bid‘at ve dalâlet dememektedir. Bunlar, “Sâdece benim mesleğim haktır” demiyorlar. “Benim mesleğim haktır, hatáya kábiliyyeti var. Diğerinin de sevâba kábiliyyeti var” diyorlar.

Dolayısıyla, Üstâd’ın, “ ‘Mesleğim haktır veyâ daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat, ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur” sözü her iki táifeye de şâmildir.

ŞU ZAMÂNDA İCTİHÂD KAPISI AÇIK MIDIR?

İctihâd kapısı, Elláh ve Resûlünün açtığı bir kapı olduğundan, hîç bir kimsenin o kapıyı kapamaya hakkı ve kudreti yoktur. İctihâd, şerîat-ı İslâmiyyenin canlı ve hayâtdâr olmasının ve ebediyyetinin bir gereğidir. Fakat, o kapının açık olması, oradan girmenin mümkün olması ma‘nâsına gelmez. Çünkü, ictihâd yapılabilmesi için, hem ictihâd yapacak kişide, hem de ictihâdın yapılacağı zamân ve zemînde bulunması gereken şartlar vardır. Bu şartlar şu ânda mevcûd olmadığından, o kapıdan girmeye mâni‘ler mevcûddur. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu mevzúu “Yirmi Yedinci Söz”de gáyet güzel bir şekilde îzáh etmiştir. Oraya havâle edip, burada bir hulâsasını zikrederek deriz ki;

Bu zamânda hîç bir kimsenin, -bir mevhibe-i İlâhiyye olmazsa- ictihâd yapabilecek derecede ilmen ve ma‘nen terakkí etmesi mümkün değildir. Çünkü, bulunduğumuz asır bir cehâlet asrıdır ve ictihâd derecesinde bir ilme sáhib kişiler bu asırda yoktur. Farazá öyle bir ilim sáhibi olsa dahi, bid‘atların istîlâ edip şeáir-i İslâmiyye’nin kaldırıldığı şu zamânda fikirler Kur’ân’ın rûhundan uzaklaştığı, siyâset ve dünyâ muhabbetiyle zihinler dünyâya müteveccih olduğundan; böyle bir zamânda ictihâd kapısından girilse, bu, doğrudan doğruya âhirete bakan ve dünyâyı âhirete bir vesîle yapan ve dünyâya dolayısıyla ve tebeí olarak nazar eden şerîatın ahkâmını bozup, onu dünyâ hayâtının tahsíline bir vâsıta yapmaya ve şerîatın mükellefiyyetlerinden kaçmaya ve ahkâm-ı dîniyyede lâubâliyâne harekâta bir vâsıta olur. Hâlbuki, ictihâd, zühd ve takvâ ile ve Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediğinin ve marziyyâtının ne olduğunu anlamak niyyetiyle yapılabilecek bir şeydir. Farz-ı muhâl, bu takvâda ve ihlâsta olan ve ictihâd derecesinde bir ilme sáhib ve şerîatın rûhuna nüfûz edebilen birisi bulunsa da, bid‘aların istîlâ ettiği ve zarûriyyât-ı dîniyyenin terk edildiği ve şer‘í devletin olmadığı böyle bir asırda, yeni ictihâdlarla nazariyyât-ı şer‘ıyye ile meşgúl olmak, dîn-i İslâm’ın muhâfazasına değil, tahrîbine bir kapı açmak demektir.

Elhâsıl, Üstâd Bedîuzzamân’ın “Yirmi Yedinci Söz”de anlattığı mes’elenin hulâsası şudur ki: İctihâd şer‘í bir devlette, şeáir-i İslâmiyyenin ve zarûriyyât-ı dîniyyenin kemâliyle tatbîk edildiği bir zamânda işleyen bir müessesedir. Devlet-i şer‘ıyyesi bulunmayan Müslümânların bütün himmetlerini zarûriyyât-ı dîniyyenin ve şeáir-i İslâmiyyenin ikáme ve ihyâsına sarf etmesi, nazariyyâtta ise mevcûd Ehl-i Sünnet mezheblerinin ictihâdlarına kanâat edip onların muhâfazasına sarf etmesi lâzımdır. İnşâelláh ileride şer‘í devlet kurulduğunda, ictihâd müessesesi o zamân işletilebilir. Zâten bir devletin tam ma‘nâsıyla şer‘í olabilmesi için baştaki halîfenin ve her şehirdeki vâlî, kádí ve müftîlerin müctehid olması lâzımdır.

İşte, bu gibi sebeblerden dolayı, Üstâd Hazretleri “Yirmi Yedinci Söz”de “İctihâd kapısı açıktır. Fakat, şu zamânda oraya girmeye altı mâni‘ vardır demiştir. Ba‘zı álimlerin “İctihâd kapısı kapalıdır” demeleri, ya o kapıdan girmeye mâni‘ler vardır veyâ o kapıdan girebilecek ehliyyetli kimseler yoktur ma‘nâsındadır.

ŞU ZAMÂNDA HANGİ MEZHEBLERLE AMEL ETMEK CÂİZDİR?

Şu zamânda kendisiyle amel edilmesi câiz olan dört hak mezheb vardır ki, bunlar İmâm-ı A‘zám Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm Şâfií ve İmâm Ahmed ibn-i Hanbel’in mezhebleridir. Gerçi selef-i sálihinde pek çok müctehid imâm vardı ve Ehl-i Sünnet içindeki hak mezhebler daha fazla idi. Fakat, bu dört mezheb içindeki müctehid ulemâ, ictihâdları kitâba kaydedildiği için mezhebleri günümüze kadar geldi. Diğer mezhebler ise ictihâdları kitâblara kaydedilmediği için zamân içinde ba‘zılarının etbâ‘ları kalmadı ve kayboldu. Ba‘zıları ise mezhebin içine giren nâ-ehiller tarafından tahrîf edildiklerinden sıhhatleri kalmadı. Mezhebin imâmına isnâd ile nakledilen ictihâdlar, hakíkaten o imâma mı áiddir, yoksa sonradan mı mezheb içine sokulmuştur kesin olarak ayırt edilemediğinden, ulemâ-i İslâm o mezheblerle ameli münâsib görmemişlerdir.

Kaynak: Reddü'l-Evhâm (1-5), s. 645-668

[1] El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 316.

[2] El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 19.

[3] Nisâ Sûresi, 4:83.

[4] Haşr Sûresi, 59:2.

[5] El Mevsûâtu’l-Fıkhiyye, c. 1, s. 317.

[6] El-Mustasfâ, İmâm-ı Gazâlî, c. 2, s. 320.

[7] Nisâ Sûresi, 4:59.

[8] Sözler, 27. Söz’ün Zeyli, 3. Sebeb, 1. Vecih, s. 491.

[9] Mektûbât, 29. Mektûb, 7. Kısım, s. 467.

[10] Sünûhât, s. 30.

[11] Bakara Sûresi, 2:275.

[12] Bakara Sûresi, 2:275.

[13] Tevbe Sûresi, 9:36.

[14] Nûr Sûresi, 24:4.

[15] Ahzâb Sûresi, 33:53.

[16] Mecmau’z-Zevâid, c. 1, s. 106; Nasbu’l-Gáye, c. 3, s. 377; el-Mevsûâtü’l-Etrâfi’l-Hadîsi’n-Nebevî.

[17] A‘râf Sûresi, 7:179

[18] Bakara Sûresi, 2:228.

[19] Buhárî, Ezân: 18, Edeb: 27, Ahâd- 1.

[20]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 318, 366.

[21] Âl-i Imrân Sûresi, 3:7.

[22] Kıyâme Sûresi, 75:1.

[23] Şems Sûresi, 91:1, 2.

[24] Feth Sûresi, 48:10; Rahmân Sûresi, 55:27.

[25] Ebû Dâvûd, Mukaddime, c. 1, s. 6.

[26] El-Veciz Fî usûli’l-Fıkh, s. 338-352 ve Prof. Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, s. 104-118 adlı eserlerden iktibâs olunmuştur.

[27] El-Veciz Fî usûli’l-Fıkh, s. 406-407.

[28] Sözler, 25. Söz, 1. Şu‘le, 2. Şuá‘, 1. Lem‘a, s. 395.

[29] Buhárî, Müslim.

[30] Sözler, Lemeát, s. 718.

[31] Sözler, Lemeát, s. 719.

[32] Münâzarât.

[33] Şu iki noktaya dikkat ile kıymet versen, fenâ olmaz.

[34] Münâzarât.

[35] Sözler, 27. Söz, Hátime, s. 487.

[36] Mîzânü’l-Kübrâ, 19. Fasıl.

[37] El-Mustasfâ, Müctehid Bahsi.

Giriş Yap

Giriş Yapın ve Hesabınızı Yönetin

Bir Hesabınız Yok mu? Üye Ol